× Atatürk ilke ve İnkılapları

ATATÜRK'ÜN CUMHURİYETÇİLİK İLKESİ

13 yıl 10 ay önce #50 Yazan: kemal
ATATÜRK'ÜN CUMHURİYETÇİLİK İLKESİ


Biliyoruz ki Atatürk dahi bir asker, yüksek bir siyaset adamı, bir devlet kurucusu, bir devrimci, büyük bir düşünür, gerçekçi ve tutarlı bir uygulayıcıdır. Mondros Ateşkes Anlaşması ile Türk'ün öz yurdu olan Anadolu toprakları paylaşılma tehlikesiyle karşı karşıya kalınca o, Türk Bağımsızlık Savaşı'nı başlatmış ve Amasya genelgesi, Erzurum ve Sivas kongreleriyle Türk ulusunu ulusal mücadeleye hazırlamış; uyarıcı, teşkilatlandırıcı yönleriyle de etkili olmuştur. Askerî harekat 9 eylül 1922'de İzmir'de Yunanlıların denize dökülmesiyle sona erince, tüm dünyanın gözlerini kamaştıran bu zaferi Lozan Barış Anlaşması ile siyasi güvence altına alınmıştır.

Atatürk olağanüstü niteliklere sahipti. En kritik anlarda ortaya çıkmış, muharebelerin seyrini ve sonunda da Türkiye'nin kaderini değiştirmiştir. Atatürk, 20 nci yüzyılda yetişen en büyük asker ve devlet adamı olarak, sadece Türk ulusu için değil; aynı zamanda, çağımızda dünya kamuoyunun en üst düzeydeki resmi temsilcisi olarak nitelendirilecek "birleşmiş milletler teşkilatı"nın tanımlandığı gibi, "bütün insanlık için bir onur simgesidir."

Atatürk'ün yaşamında, cumhuriyet ve demokrasi düşüncelerinin biçimlendirilmesinde, yetiştiği dönemin koşul ve bunalımları ile okuduğu yayınlarla elde ettiği bilgi birikiminin etkisi büyüktür tarihteki birçok Türk devleti gibi Osmanlı devleti de oluşmuş, yaşamış ve O'nun gözleri önünde tarihin derinliklerine gömülüp gitmiştir. Osmanlı İmparatorluğu XVI. yüzyılda, en geniş sınırlara ulaşmış, ancak, sonraları batı'daki gelişmelerin izlenip uygulanmaması, 1789 Fransız İhtilali'nin insan hakları ve bağımsızlık akımlarını geliştirmesi, sanayi devriminin benimsenmemesi ve eğitime önem verilmemesi nedeniyle kültür seviyesinin düşmesi, Osmanlı İmparatorluğu'nun gerileme ve yıkılışını hızlandırmıştır. Devletçe alınan önlemler, uygulanan yenileşme hareketleri de sorunlara köklü çözümler getirmiştir. II. Mahmut'un Rumelili ileri gelenlerle (ayan ile) 1808 yılında yaptığı, İngiliz "Magna Carta"sına benzeyen ve padişahın bazı haklarını kısıtlayan "senedi ittifak" ile 1839 "Tanzimat Fermanı" ilk demokratikleşme kıpırdanışları olmuştu. II. Abdülhamit yönetiminde ise hükümdarın mutlak iradesi ve sert tutumu, türlü tepkilere neden olmuştu. Kötü idare, devletin maddi- manevi güçlerini zayıflatmış, artan dış baskılar yurtsever aydınları tedirgin etmişti. Bu koşullar altında kısa bir süre sadrazamlık (başbakanlık) yapan Mithat Paşa ve arkadaşlarının çabalarıyla millet meclisi ve senato kuruldu, birinci meşrutiyet anayasası hazırlandı ve kabul edilerek 23 aralık 1876'da ilan edildi, fakat, meşruti idare çok kısa sürdü. 1877 Osmanlı Rus Harbi'ni bahane eden padişah, 13 şubat 1878'de meclisleri dağıttı ve Abdülhamit istibdadı yurdu kasıp kavurmaya başladı. Bu idareyle savaşmak üzere 1893'te "İttihat ve Terakki Cemiyeti" kuruldu. Sonradan "Vatan ve Hürriyet Derneği"nin kurucusu Mustafa Kemal de bu cemiyete katıldı ve 23 temmuz 1908'de hürriyet ve meşrutiyet ilan edildi. Abdülhamit, meşrutiyeti ikinci defa kabul etmek zorunda kaldı. 14 aralık 1908'de millet meclisi ve senato açıldı.

Yeni kurulan Hürriyet Partisi'yle İttihat Terrakki, arasındaki çatışmaya gericilerin de katılmasıyla 31 mart olayı ve imparatorluğun çözülüp, dağılması gibi felaketler birbirini kovaladı. Ulusal egemenlik ve bağımsızlık ve düşüncesi akımlarının çarpıştığı Makedonya koşulları içerisinde yetişmiş olan Mustafa Kemal, 31 Mart gericilik olayının bastırılmasında önemli bir rol oynamıştır.
Öte yandan, bu tarihsel gelişimin bilincinde olan Atatürk, okuduğu yayınlar sayesinde de ilk toplumların kent demokrasileri, Magna Carta (1215) temsili demokrasiden haberliydi. Montesqieu'nün Jean-Jacgues Rousseau'nun yapıtlarından; Amerikan ve Fransız insan hakları bildirilerinden, bu hareketle oluşan demokrasi yöntemlerinin bu ülkelerde oluşturduğu ilerlemelerden haberdardı.

Bu saptamalardan sonra, "cumhuriyet" ve "demokrasi" kavramları ile Atatürk'ün bu konudaki görüşlerini incelemeye geçebiliriz.

Cumhuriyet, kökeni bakımından Arapça bir terim olup, "cumhur" kelimesinden türetilmiştir. Cumhur "kalabalık", yani halktır. Şu halde cumhuriyet "halkın yönetimi" demektir. Buna göre bir azınlığın yönetimi olan "monarşi" den ve soylu bir azınlığın yönetimi olan "Aristokrasi" den ve farklı olarak, çoğunluğu, halka ait bir yönetim olduğunu vurgulayabiliriz.

Atatürk cumhuriyeti şu sözlerle tanımlar:

"Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir". Yasama ve yürütme gücü, milletin tek gerçek temsilcisi olan mecliste toplanmıştır. Bu kelimeyi özetlemek mümkündür. "cumhuriyet".

Mustafa Kemal'in gençliğinden beri benimsediği ilk ulusal ideal, cumhuriyettir. 1908 meşrutiyetinden önce Selanik'teki ordu müşavirliği karargahında kurmay subay olarak bulunuyordu. Bir yandan askeri görevlerini en iyi şekilde yapmaya çalışırken, diğer yandan o dönemin gereğiyle bazı siyasi çalışmalara veya arkadaş çevrelerindeki toplantı ve tartışmalara katılıyordu. Yakın arkadaşlarının bulunduğu böyle bir toplantıda, şunu sormuştu.
"Türkiye için en iyi devlet şekli nedir?"
"Meşrutiyet" diye yanıt verilince Mustafa Kemal: "Meşrutiyette de başta bir hükümdar vardır. Onun istibdadını önlemek çok zordur. Bu ülkeyi yükseltecek idare cumhuriyettir." şeklinde kendi görüşünü belirtir.

Nitekim o, üstün önderlik nitelikleriyle hepimizce bilinen süreç içinde, önce 23 nisan 1920'de TBMM'nin açılmasını, 1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılmasını, sonra da 1923'de cumhuriyetin ilan edilmesini sağlar. Atatürk yeni kurulan cumhuriyeti ve hükümet-millet kaynaşmasını şu anlamlı sözleriyle dile getirir:
"Bugünkü hükümetimiz, devlet teşkilatımız doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet ve hükümet teşkilatıdır ki, onun ismi cumhuriyettir. Artık hükümet ile millet arasında geçmişteki ayrılık kalmamıştır. Hükümet millettir ve millet hükümettir. Artık hükümet ve hükümet mensupları kendilerinin milletten ayrı olmadıklarını ve milletin efendi olduğunu anlamışlardır.

Atatürk, yeni cumhuriyet rejiminin yapı ve işleyişini de şöyle açıklar:

"Cumhuriyette son söz millet tarafından seçilmiş meclistedir. Millet adına her türlü kanunları o yapar. Hükümete güven oyu verir veya düşünür. Millet vekillerinden memnun olmasa belirli zamanlar sonunda başkalarını seçerler. Millet, egemenliğini, devlet yönetimine katılmasını, ancak zamanında oyunu kullanmakla sağlar. Cumhuriyetin hükümeti, belli bir yöntem ve şekilde belirli bir zaman için seçilmiş bir cumhurbaşkanına güven sunulur başbakanı o seçer hükümeti meydana getirecek olan bakanları, başbakan güvendiği milletvekillerinden seçer."

Tarihte pek çok cumhuriyet rejimi görülmüştür. Batıda cumhuriyet rejiminin ilk ve en eski örneği Roma'da kurulmuştur. Cumhuriyet yönetimine asırlarca hemen hiç rastlanmaz. Ancak, Ortaçağ'ın sonlarına doğru İtalya'nın kuzeyinde Venedik, Ceneviz ve Floransa cumhuriyetleri gibi birtakım şehir cumhuriyetlerinin kurulduğu görülür. Ancak, bunlar seçkin (elit) ya da "eşraf cumhuriyetleri" olarak nitelendirilebilir. Çünkü, hiçbirinde, eski yunan demokrasilerinde de olduğu gibi kadınlara, kölelere ve halktan kişilere seçme ve seçilme hakkı verilmişti. Birinci Dünya Savaşı'nın sona ermesiyle birlikte, özellikle savaşta yenilen imparatorluk ve krallıklar yıkılmış ve cumhuriyet rejimleri kurulmuştur. Weimar Alman Cumhuriyeti, Federatif Rus Cumhuriyetleri Birliği, Avusturya Cumhuriyeti, bunlar arasında sayılabilir. Cumhuriyetçilik hareketleri bundan böyle daha da hızlanmış ve yaygınlaşmıştır. İkinci Dünya Savaşı'nda yenilen ve krallıkla yönetilen ülkelerde, özellikle balkan devletlerinde cumhuriyetler ilan edilmiştir. Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya, Arnavutluk, Macaristan gibi. Daha sonraları, yakın zamanlara doğru, cumhuriyetçilik hareketleri Asya ve Afrika ülkelerine doğru sıçramış ve buradaki krallıklar darbe ve ihtilallerle devrilerek, cumhuriyet yönetimleri ilan edilmiştir. Mısır, Irak, Afganistan, İran, Libya bu gibi ülkeler arasındadır.

Görülüyor ki cumhuriyet yönetimine geçiş son 70 yıl içinde giderek ivme kazanmıştır. Herhalde bunda, 23 nisan 1920'de millet meclisini açan, 29 ekim 1923'de de cumhuriyeti ilan eden Atatürk önderliğindeki Türkiye Cumhuriyeti'nin büyük etkisi olmuştur.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, cumhuriyet yöneticilerinin seçimle işbaşına geldiği; yani hanedanın ve veraset usulünün bulunmadığı bir siyasal rejimdir. Montesquieu, cumhuriyetin diğer önemli bir ilkesinin fazilet olduğunu söylemiştir. Ona göre despotizmin temeli korku, aristokrasinin temeli şeref duygusu, cumhuriyetin ise erdem, yani fazilettir. Bir başka deyişle, cumhuriyet yüksek ahlaki, moral değerlerin ön planda geldiği bir siyasi rejimdir. Cumhuriyetin bu ikinci ilkesi de Atatürk'ün sözlerinde ifadesini bulur. "Cumhuriyet yüksek ahlaki değer ve niteliklere dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir... Cumhuriyet idaresi, faziletli ve namuslu insanlar yetiştirir." İdeal olan, kuşkusuz, cumhuriyetlerin bu iki temel ilke yanında ayrıca demokratik olması ve gerçekten halka dayanmasıdır:
"Biz ne Bolşevikiz, ne de komünist; ne biri ne diğeri olamayız. Çünkü biz milliyetçi ve dinimize saygılıyız. Özetle bizim hükümetimizin şekli tam bir demokrasi hükümetidir. Ve dinimizde bu hükümet "halk hükümeti" diye adlandırılır."
"Demokrasi" ise, eski Yunancada halk anlamına gelen "demos" ile egemenlik anlamına gelen "kratus" sözcüklerinin birleşmesinden oluşmuştur. Bu anlamla da halkın kendi otoritesiyle kendini yönetmesi demektir. Abraham Lincoln tarafından yapılmış olan kapsamlı bir tanıma göre demokrasi, "halkın, halk tarafından, halk için yönetimi" dir. Atatürk ise, bir konuşmasında tarihte görülen başlıca devlet şekillerinden monarşi ve oligarşiyi açıkladıktan sonra demokrasiyi şöyle tanımlar:
"Demokrasi (halkçılık) esasına dayalı hükümetlerde egemenlik halka, halkın çoğunluğuna aittir. Demokrasi prensibi, egemenliğin millette olduğunu, başka yerde olamayacağını gerektirir. Bu şekilde demokrasi prensibi siyasi kuvvetin, egemenlik kaynağına ve yasallığına temas etmektedir."

Atatürk başlangıçta "demokrasi" sözcüğü yerine "halkçılık" sözcüğünü kullanmıştır. O, kurtuluş savaşı sırasında olduğu gibi, mücadele halinde bulunduğu ve "de "okrasiler" d"ye adlandırılan işgalci büyük devletlerin adı olarak, yunanca olan bu sözcüğü pek kullanmak istemiyordu. Böylece, İstanbul Hükümeti ile sıraya polemik yapacak bir malzeme vermek istememişti. Nitekim şöyle der:

"İç siyasetimizde dayanağımız olan halkçılık, yani milleti bizzat kendi geleceğine egemen kılmak esası, teşkilatı esasiye kanunumuzla tespit etmiştir." Atatürk bir başka söylevinde de "halkçılık" sözcüğünü kullanarak demokrasiye çok özlü bir tanım getirir:

"Bizim görüşümüz ki halkçılıktır; kuvvetin, gücün, egemenliğin, yönetimin doğrudan doğruya halka verilmesidir. Halkın elinde bulundurulmasıdır."

Zamanla "halkçılık" sözcüğü anlam değiştirerek Atatürkçülüğün ilkelerinden biri olmuştur. "Halkçılık kanunlar karşısında kesin bir eşitlik kabul eden ve hiçbir kişiye, hiçbir aileye, hiçbir sınıfa, hiçbir topluluğa ayrıcalık tanımayan kişileri halktan ve halkçı kabul etmektir."

Şimdi de cumhuriyet ve demokrasi arasındaki ilişkilerden kısaca söz etmenin yerinde olacağını sanıyoruz. Ünlü İngiliz düşünürü J. Bryce 1921 yılında yazdığı "modern demokrasiler" adlı eserinde, ilginç bir gözlemde bulunuyordu. J. Bryce bu eserinde İlkçağ'da Aristo'dan beri gelen monarşi, aristokrasi ve cumhuriyet (demokrasi) şeklinde üçlü klasik sınıflandırmanın yetersizliğini öne sürüyordu. Çünkü, o tarihte Avrupa kıtası'ndaki 21 cumhuriyetten sadece ikisi gerçek bir demokrasi ve cumhuriyet niteliğini taşıyordu. Buna karşılık, İngiltere, Hollanda ve Belçika gibi ülkeleri, meşruti monarşi ile yönetilmelerine rağmen, demokratik yöntemlerdi. Bu durumda J. Bryce siyasal yönetimleri, sadece demokrasi ve diktatörlük diye ikiye ayırmanın daha doğru olacağını savunur.
Gerçekten bir ülkenin adının cumhuriyet olması; o ülkede her zaman, sağlıklı, gerçek demokratik bir rejim uygulandığı anlamına gelmemektedir. Örneğin, sağda veya solda yer alan ve yeni kurulmuş birçok cumhuriyet, demokrasi ile yönetilmektedir. Atatürk de bu saptamayı şu sözleriyle dile getirir.

"Cumhuriyet imkan demektir. Çünkü, iç hürriyetin de en büyük imkanı cumhuriyetle kabildir. Ama diyeceksiniz ki, dünyada adı cumhuriyet olan diktatörlükler de vardır. Fakat bütün bu şekiller geçicidir."

Her cumhuriyetin mutlaka demokrasi ile yönetilmediğinin bilincinde olan Atatürk, buna rağmen demokrasi için en uygun ortamı yine cumhuriyet rejiminin sağlayabileceğini şu sözlerle vurgular:

"Demokrasi prensibinin, en çağdaş ve mantıki uygulamasını temin eden hükümet şekli, cumhuriyettir."

Herkes kendi dünya görüşüne, kendi uyguladığı yönetim biçimine göre demokrasi kavramına içerik kazandırmaya çalışmakta ve kavram kargaşası yaratılmaktadır. Yalnız şu var ki, her türlü otoriter, totaliter, dikta ve baskı rejimleri görünüşte bazı demokratik ilkelere sahip olsalar bile demokrasi sayılmazlar. Yönetimde zamanla ortaya çıkan oligarşik yönelimler, demokrasinin görünüşünde kalmasına yol açabilir.

Demokrasi bir oluşum içindedir. Dolayısıyla demokrasinin tanımı ve koşulları üzerinde, tüm dünyada görüş birliği sağlanmış değildir. Amerika Birleşik Devletleri'ndeki renk ayrılığını biz Türkiye'de yadırgarız. İngiltere'deki avam kamarası da bir İsviçreliye hoş bir demokrasi eseri olarak görünmez. Ama, bu ülkelerin demokrasi uygulamadıkları savunulamaz. Tersine, bu iki devletten İngiltere'nin en eski demokrasiye; Amerika'nın ise, en ileri demokrasiye sahip olduğu kabul edilir.

Günümüzde yaygın olarak paylaşılan görüşe göre çağdaş demokrasilerin nitelikleri şunlardır:

çağdaş bir demokrasi;

- anayasayı,
- meclisi,
- adil bir seçim düzeni ve dürüstçe yapılan seçimler,
- siyasi partileri ve kısıtlanmayan bir muhalefeti,
- hakkın kuvvete üstünlüğünü, yani "hukuk devleti" oluşu
- sınıfsız toplumu,
- sivil toplum örgütlerinin oluşumuna olanak sağlanmasını,
- sendika, dernek ve basın gibi demokratik kuruluşların etkinliklerinin kısıtlanması,
- özgürlük ve siyasal eşitliği,
- bireysel çıkarların toplumsal çıkar sınıfları içinde kalmasını,

gerektirir.
Yalnız bu niteliklerden son ikisinin derecesi üzerinde görüş birliği bulunmaktadır.

Atatürk, çağdaş demokrasinin niteliklerinden çoğunu içinde bulabileceğimiz demokrasi anlayışını, 1924 yılında şöyle açıklar:

"Demokrasi prensibi, egemenliği kullanan araç ne olursa olsun, esas olarak milletin egemenliğine sahip olmasını ve sahip kalmasını gerektirir". Bu noktayı birkaç kelime ile açıklayalım:
Bizim bildiğimiz; demokrasi siyasidir, onun hedefi, milletin idare edenler üzerindeki kontrolu sayesinde, siyasi hürriyeti sağlamaktır.

Demokrasinin ikinci özelliği ile ortak, esas itibarıyla ikinci bir özelliği daha vardır. O da şudur; Demokrasi fikirseldir. Bir kafa meselesidir... Hükümet prensibi de bir adalet sevgisini ve ahlak fikrini gerektirir. Demokrasi, esasında ferdidir. Bu nitelik, vatandaşın egemenliğe, insan sıfatıyla katılmasıdır.

Demokrasinin temel niteliklerinden birisi de eşitliğe çok değer vermesidir. Bu nitelik demokrasinin ferdi olması niteliğinin zorunlu bir sonucudur. Şüphesiz bütün fertler aynı siyasi haklara sahip olmalıdırlar. Demokrasinin bu ferdi ve eşitliğe değer veren niteliklerden genel ve eşit oy prensibi çıkar.

Çağdaş demokrasilerin niteliklerini ve Atatürk'ün demokrasi anlayışını kendi sözleriyle belirttikten sonra, çağdaş demokrasi ilkeleri açısından Atatürk'ün demokrasi uygulamalarının açıklanmasına geçebiliriz. Ancak, bunu yapmadan önce de, Atatürk dönemindeki siyasal rejimlere ve Atatürk'ün bu rejimler hakkındaki düşüncelerine bir göz atmakta yarar vardır.

Atatürk'ün yaşadığı çağdaş siyasal rejim ve model olarak şu örnekler vardır. Batı Avrupa'nın çok partili parlamenter demokrasisi, Sovyet Rusya'da 1917 devriminden sonra ilan edilen sosyalist rejim (Bolşevik, Proleterya Diktatörlüğü) daha sonra bunlara, 1922 yılında İtalya'da Musolini'nin önderliğinde kurulan tek partilinazi rejimini ekleyebiliriz. Amerikan demokrasi ise katı kuvvetler ayrılığına dayanan ve federal bir cumhuriyet niteliğinde olan başkanlık sistemi şeklindeydi.

"Hürriyet ve istiklal benim karakterimdir: ben, milletimin ve en büyük atalarımızın en değerli miraslarından olan istiklal aşkıyla dolu bir adamım" diyen Atatürk, ister sağda, ister solda olsun, diktatörlüklere iltifat ve itibar etmemiş ve yeni Türkiye için, bunların içinden uygulanabilir tek model ve siyasal rejim olarak batı Avrupa'nın çok partili parlamenter demokrasisini seçmiştir.

Çağdaş demokrasinin en önemli koşullarından biri, devletin temel kuruluşunu, bireylerin hak ve özgürlüklerini düzenleyen ve halkın onayından geçmiş bulunan bir anayasanın olmasıdır. Ulusal irade ve ulusal egemenlik, anayasaların güvencesi altındadır. Temel hak ve özgürlükler, anayasanın sözüne ve ruhuna uygun olarak, ancak yasalarla sınırlanabilir. Yasalar, hangi nedenle olursa olsun bu hakların özüne dokunmaz. Hemen TBMM'nin açılışından sonra, ulusal egemenliği ilan eden ve 1876 anayasasına ek bir yasa niteliği taşıyan 1921 anayasası ile kurtuluş savaşı sonrasının gereksinimlerini karşılamak ve 1921 anayasasının eksiklerini gidermek üzere hazırlanan 1924 anayasası, Atatürk'ün, demokrasinin gereği olan anayasaya ne kadar önem verdiğinin kanıtlarıdır. Atatürk, 1924 anayasasının yeni Türk Devleti yapısını açıklayan bazı maddelerini şöyle belirtir:

"Türkiye Cumhuriyeti'nin anayasası, zamana en uygun milli egemenlik esaslarını, hükümlerini kapsar. Birkaç maddesini, daima hatırda tutmak için burada aynen tekrar edelim:

"- egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.
- Türkiye büyük millet meclisi, milletin tek ve gerçek temsilcisi olup, millet adına egemenlik hakkını kullanır.
- yasama ve yürütme kuvveti, büyük millet meclisinde oluşur ve toplanır.
- yargı yetkisi millet adına usuller ve kanunlar çerçevesinde bağımsız mahkemeler tarafından kullanılır."

Çağdaş demokrasilerin bir başka koşulu da, halkın oylarıyla üyelerden oluşan ve bu nedenle ulusal irade ve egemenliği yansıtan, yasama ve yürütme alanında yetkili bir meclisin olmasıdır. Meclis, yasama yetkisini doğrudan kullandığı halde; yürütme yetkisini, kendi içinden çıkan, kendi iradesine ve emrine bağlı olan bir hükümet aracılığıyla kullanır ki buna "meclis hükümeti" denir.
Ülke elden giderken, Osmanlı mebuslar meclisi kasım 1918'den beri çalışamaz ve kapatılmış durumdadır. Mustafa Kemal, büyük mücadelelerle meclisin açılmasını sağlar. Komutanlara, İstanbul'dan görevlendirileceklere yerlerini bırakmamaları yolunda gönderdiği genelgelerde meclis'in açılmasından söz eder (24.7.1919) Erzurum ve Sivas kongreleri bildirilerine de bu isteği geçirir. 1919 Kasım ayı başında İstanbul Hükümeti temsilcisi, denizcilik bakanı Salih Paşa ile görüşme konusu yapar, kabul ettirir. Meclis'in İstanbul'da toplanmasına engel olmazsa da, İngilizlerin bu kenti askeri olarak işgal etmeleri ve son Osmanlı meclisini basmaları üzerine 23 nisan 1920'de TBMM'nin açılmasını sağlar:

"Millet, mukadderatını doğrudan doruya eline aldı ve millet saltanat ve egemenliğini bir kişiyle değil, bütün fertleri tarafından seçilmiş vekillerden oluşan bir yüce meclis'de temsil etti işte o meclis, yüksek meclisinizdir. TBMM'dir. Milletin saltanat ve egemenlik makamı, yalnız ve ancak TBMM'dir."

Kurtuluş savaşının en zor günlerinde kararların mecliste alınmasına büyük özen gösteren büyük önder, ulusal iradeye olan saygı ve inancını şu sözlerle dile getirir.:

"Devlet ve milletin geleceğine milli irade etken ve hakimdir. Ordu bu milli iradenin emrinde ve hizmetindedir."

"Milletin irade ve isteğine uymayanların sonu yokluktur ve yok olmaktır."

Çağdaş demokrasilerin bir başka koşulu ve işlerlik mekanizması olan adil bir seçim düzeni ve dürüstçe yapılan seçimlerle halkın genel iradesi meclise yansır. Adil bir seçim düzeni, çoğunluk ve azınlık görüşlerinin mecliste dengeli bir oranda yansımasına olanak verir.

"Çoğunluk" ve "azınlık" kavramları, demokrasinin diğer ilkelerindendir. Çoğunluk yönetimi demokrasinin başlıca öğesidir. Seçimlerde ortaya çıkan çoğunluk, yönetime halk adına sahip olur ve onun adına tüm yetkileri kullanır. Kuşkusuz çoğunluk yönetimi, yetkilerini kullanırken, hukuk devleti ilkesiyle sınırlıdır. Ayan (senato) denilen ikinci meclis üyelerinin bütünüyle, mebuslar meclisinin dörtte bir üyesinin padişahça seçildiği, çoğunluktaki partiye bakılmaksızın padişahça istenilenin hükümette görevlendirdiği bir ortamda, meclisin seçimlerle oluştuğu, İslâm dünyasında ilk kez ve avrupa'nın birçok ileri demokrasi ülkesinden önce kadınlara belediye (1930), muhtarlık (1933) ve milletvekilliği (1934) seçme ve seçilme hakkının verildiği ortama Atatürk döneminde geçildiği düşünülürse, ulu Önder'in bu bakımdan da tam bir demokrat olduğunu belirtmek gerekir. Bunun da ötesinde Atatürk, seçimlerde çok dikkatli olunması gerektiğini belirterek, eşsiz yol gösterici özelliğini bir kez daha ortaya koyar:

"Seçimlerde, şahıstan ziyade milletin çıkarlarına en uygun ilke ve programları uygulayabilecekleri seçmek önemlidir. Bu konuda, hemen hemen bütün vatandaşlar yardıma muhtaçtırlar. Bu yol gösterme işini siyasal partiler yapar."

Atatürk bu sözleriyle, çağdaş demokrasilerin önemli koşullarından diğer biri olan, "siyasi partiler ve kısıtlanmayan bir muhalefet bulunması" düşünce ve inancına sahip olduğunu da gösterir. Maalesef ki, Atatürk demokrasinin eleştirilebilecek en önemli eksiği de buydu. Bununla birlikte Atatürk, sağlığında demokrasinin ayrılmaz bir parçası olan çok partili siyasal yaşamı kurmak için iki deneme yapılmasına olanak sağlamıştı. Bu denemelerden ilki, 1924 yılında "terakkiperver cumhuriyet fırkası" nın kuruluşudur. Bilindiği gibi, Kurtuluş Savaşı'nda Atatürk'le el ve gönül birliği yapmış olan bazı komutan ve politikacılar savaştan sonra, çeşitli nedenlerle, Atatürk'ten ayrılmışlar ve ona karşı yoğun bir muhalefete girmişlerdir. Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Adnan Adıvar, Rauf Orbay, Halide Edip Adıvar bunların en ünlüleri idi. Nitekim, sayılan kişiler daha sonraları Kazım Karabekir Paşa'nın başkanlığında cumhuriyet tarihindeki ilk yasal muhalefet partisini oluşturmuşlardır. Az zaman sonra doğuda patlak veren Sait İsyanı üzerine "Takriri Sükun Kanunu" meclis'ce kabul edilmiş, parti kapatılmış ve istiklal mahkemeleri yeniden faaliyete geçirilmiştir. Parti liderlerinden bazıları, daha sonraları İzmir suikastı davasında sanık olarak tutuklanmışlardır.

Atatürk, 1930 yılında yeniden bir siyasal parti denemesi yapmış, bu defa eski başkanlardan sevdiği ve güvendiği yakın arkadaşı Fethi Bey'i (Okyar) bir parti kurmaya memur etmişti. Bunun üzerine fethi bey, merkezi İstanbul'da olmak üzere 12 Ağustos 1930'da "Serbest Cumhuriyet Fırkası"nı kurmuş ve Ege'den başlayarak örgütlenme çabalarına başlamıştır. Atatürk'ün yine yakın arkadaşı Nuri Bey (Conker) de partinin ikinci adamı olmuştur. Halk Partisi'nden on iki milletvekili bu partiye geçmiş; Atatürk, kardeşi Makbule Hanım'ı (Atadan) da üyeler arasına katarak, yöneticilere güven duygusu aşılamak istemiştir. Parti'nin resmi bir yayın organı yoktu; ama İstanbul'da yayımlanan Yarın, Son Posta ve Tan gazeteleri bu partinin görüşlerini yansıtıyorlardı. Parti üç ay gibi kısa bir sürede 37 ilde örgütlenmişti.

Atatürk, yeni devletin devrim ve cumhuriyet ilkeleri üzerinde partilerin titizlik göstermesi gerektiği uyarısını 1 kasım 1930 tarihindeki meclis konuşmasında yapmayı da ihmal etmez:

"Siyasi hayatımızda yeniden fırkaların (partilerin) oluşması, belediye seçimlerinden önceki yakın günlerde vuku buldu. Bu münasebetle dikkate değer evrelere tanık olduk. Bu gözlemlerin verdiği deneylerden, Türk milleti, cumhuriyetin varlığı ve ilerlemesi için yararlanmalıdır. Siyaset alanında karşılıklı faaliyetin verimli gelişmeleri, ancak vatandaşlar arasında düşmanlığa yer verilmemesi ile sağlanabilir. Bunun çareleri: partilerin içine girebilecek samimiyetsiz ve gizli amaçlı unsurların; kanun üstünde sonuç isteyenlerin bütün milletçe iğrenç görülmesi ve bir de, cumhuriyet esası üzerinde çalışan partilerce bu gibilerin faaliyetlerinden her zaman uzak kalınmasıdır."

Üstelik Atatürk, partinin kurucusu Fethi Bey'in partiyi örgütlerken uğradığı bazı haksızlıklarla ilgili olarak yakınmalarını dile getiren mektubunu yanıtlarken, 11 eylül 1930 tarihli mektubunda, hem parti çalışmalarının engellenemeyeceği güvencesini verir, hem de "laiklik" üzerindeki duyarlılığını belirtir.

"Ali Fethi Beyefendiye, 8.9.1930 tarihli mektubunuzu aldım ve dikkatle okudum. Kendimi, değerlendirmelerinize ve sorularınıza reisicumhur ve Cumhuriyet Halk Fırkası'nın genel başkanı olarak iki sıfatlı muhatap gördüm. Başkanlık İsmet Paşa tarafından yerine getirilmektedir. Olunmaktadır. Memnuniyetle tekrar görüyorum ki, laik cumhuriyet esasında beraberiz. Zaten benim siyasi hayatta, bir taraflı olarak daima aradığım temel budur. Reisicumhurluğun bana verdiği yüksek ve kanuni vazifeleri, hükümette olan ve olmayan partilere karşı adilane ve tarafsız ifa edeceğime ve laik cumhuriyet esası dahilinde, fırkanızın her çeşit siyasi faaliyet ceryanlarının bir engele uğramayacağına güvenebilirsiniz efendim."

Buna karşın, az zaman sonra partiye, Atatürk devrim ve ilkelerine karşıt görüşlü birçok kişinin girdiği veya sızdığı görülmüştür. Serbest cumhuriyet fırkası az zamanda bütün yurtta hızla gelişti ve partilerin taşkınlıkları, merkezi otoriteye başkaldırma sayılabilecek bazı hareketleri yer yer görülmeye başlandı. Serbest Cumhuriyet Fırkası, üyelerinin giderek artan taşkınlıkları nedeniyle, muhtemelen Atatürk'ün de uygun görmesi ile Fethi Bey tarafından 18 kasım 1930'da kapatılmıştır. Nitekim, yaklaşık bir ay sonra da, Menemen'de, bir irtica olayı patlak vermiş ve baslarında Derviş Mehmet'in bulunduğu çeşitli tahriklerle kışkırtılmış guruplar, menemen kasabasını basmışlar, üzerlerine gönderilen askeri birliğin komutanı asteğmen Kubilay'ı şehit etmişlerdi. Atatürk bundan sonra çok partili demokrasi denemesini elverişli koşulların ve ortamın oluşmadığını görerek, bir süre daha ertelemeyi düşünmüş, onun bu arzusu, yakın arkadaşı ve ikinci cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından ancak 1946 yılında gerçekleştirilebilmiştir. Atatürk'ün sağlığında çok partili yaşama geçilememiş olmasının nedenini, O'nun 1937'de söylediği şu sözlerde bulmak olanaklıdır.

"Biz Türkler, ruhen demokrat doğmuş bir milletiz fakat milletimizin yüzyıllarca yöneten Osmanoğulları kendilerini ve yaldızlı tahtlarını korumak için atalarımızdan kalıtım yoluyla gelmekte olan bu doğuştan güzel huyumuzu körletmeye, uyuşturmaya çalışmışlardır. Her alanda geri kalmamanızın biricik nedeni bu olmuştur."

Çağdaş demokrasilerin koşullarından biri de "hakkın kuvvete üstünlüğü," yani "hukuk devleti" oluşudur. Nitekim Atatürk'e göre:

"Her halde dünyada bir hak vardır ve hak kuvvetin üstündedir."

Çağdaş demokrasilerde, iktidarı elinde bulunduranların devlet gücüne dayanarak haksızlık yapmalarını önleyebilmek için, yargı yetkisi, ulus adına yasalar çerçevesinde bağımsız mahkemeler tarafından kullanılır. Yargıç, güvence altında olup, yalnız hukuka ve yasalara bağlıdır. Ve vicdanının emriyle hareket eder.

1924 anayasasında yer alan bu ilke konusunda ulu önder şunları söyler:

"Adalet bir devletin esası olduğuna göre, mahkemelerin söz ile değil, gerçekten tarafsızlığını sağlamak her işin başında gelmelidir. Hak sahiplerine zorluk çıkarmak, resmi dairelerde işlerini takip eden kimseleri bugün git yarın gel diye birtakım zorluklara uğratmak hükümet otoritesi maskesi altında halkı ezercesine davranmak, uygun olmayan işlemlere kalkışmak gibi durumlar kesinlikle önlenmelidir."

Çağdaş demokrasilerde, devlet hukuk ile bağlı olduğundan, devlet gücünü elinde tutan çoğunluk hukuk ile sınırlanırken azınlığa da hukuk ile geri alınamayacak temel haklar tanımak zorunludur. Demokratik sistem anayasalarla kurulurken, hak ve ödevler baştan yasal yollardan güvenceye alınmalı; azınlık hakları hiçbir zaman çoğunluğun eline bırakılmamalıdır.

Gerçekten de, Atatürk döneminde bir anayasa mahkemesi olmamakla birlikte, yargı kuvveti etki altında değildir. O, yasaların uygulanmasını başta tutar; devlet hukuk sistemini dinsel kökenden alıp roma hukukunu uyarlar; birçok yasa, batı devletlerinden alınır. Hukukun birleşmesi; şeriye, nizamiye, kapitülasyon mahkemeleri yerine Türk mahkemelerinin konulması o'nun zamanında olmuştur. En zor günlerde, istiklal mahkemelerinin çalıştırılmasında bile demokrasi kaygısı egemen olmuş; bu mahkemeler, yargı organı dışında kurulmuş; böylece Türk yargı sistemine gölge düşürülmemiştir.

Çağdaş demokrasilerin diğer önemli, bir koşulu da yurttaşların özgür ve yasalar karşısında eşit olmasıdır. Demokrasi de özgürlük denilince, her kişinin istediğini düşünmesi, isteğinde inanması, kendisine özel siyasi bir düşünceye sahip olması akla gelir. Kimsenin düşünce ve vicdanına hakim olunamaz, taarruz edilemez. Ancak, hiç kimse de düşüncelerini başkalarına zorla kabul ettiremez.

Atatürk cumhuriyetinde de toplum içinde yaşayan insanın kişisel özgürlüğü birinci planda gelir:

"Her Türk, doğar, hür yaşar, Türkler, demokrat, özgür ve sorumlu vatandaşlardır."

Atatürk'e göre özgürlük bireylerde ve toplumlarda ilerletici etki yapar:

"Özgürlük olmayan bir memlekette ölüm ve yok olma vardır. Her ilerlememin ve kurtuluşun anası özgürlüktür."

Bununla birlikte Atatürk, özgürlüğün sınırsız olmadığını da belirterek özgürlük konusunda şu genel sınırlamayı yapar:

"Demokrasi kayıtsız şartsız serbest olmak değildir. Sosyal kurallarla sınırlıdır. Kişinin özgürlüğü, başkalarının özgürlüğünün sınırında biter. Başkasının özgürlük hakkını tanımayan, kendi özgürlük hakkını da tanıtamaz."

Öte yandan Atatürk, bireysel özgürlüklerin devlet yararına yasalarca sınırlandırılabileceği görüşündedir:

"Kişisel özgürlüğün derecesi, devletin faaliyetlerini zayıf düşürmeyecek kerterde olmalı, çoğunluğun özgürlüğünü boğmayacak şekilde düzenlenmelidir. Bu düzenleme, kişinin sorumluluğuna, girişkenliğine ve gelişmesine zarar verecek dereceye götürülmemelidir. Yurttaşların bu nitelikleri ne ölçüde gelişirse, devlet için o ölçüde yararlı olur."

Bireysel özgürlüklerin ne kadar sınırlanabileceği konusunda da şunları söyler:

"Kişisel özgürlüğün ne kadarından vazgeçilmesi gerektiği, içinde bulunulan zamana ve memlekete göre değişir. Özel zamanlar, özel tedbirler gerektirebilir. Bir de, özgürlüğün kötüye kullanılması, özgürlüğün geçici fakat geniş ölçüde sınırlandırılmasını gerektirebilir. Bütün bu tedbirleri ve sınırlandırmaları tanımak lüzumu, devlet düşüncesi ve kavramını ifade eder. Bu hususlarda tedbirlerin şiddetini ve sınırların genişliğini ölçmek büyük bir sanattır. Devlet sanatı işte budur. Bu sanatta isabetin derecesi özgürlüklerin sınırlarını çizen kanunda görülebilir çünkü, bu sınır ancak kanun yoluyla tespit ve tayin edilir. Herhalde, vatandaşların genel özgürlük ve mutluluğu için kişilerden, ancak devlet için zorunlu olan bir kısım özgürlüklerin bırakılması istenebilir."

Demokraside eşitlik esastır. Bu eşitlik medeni ve siyasi haklarda eşitliktir. Kanun önünde eşitliktir. Söz özgürlüğünde eşitliktir. Yurttaşları eşit ve özgür olmayan bir devlet idaresinde adalet yoktur. Ve olamaz. Çünkü devlet idaresinde adalet denilince, yurttaşlar arasında ödül dağıtımında herkese liyakat, hizmet ve yararlılığına; ceza dağıtımında da suçluluğunun derecesine göre eşit işlem yapılacağı anlaşılır. Bu ise demokratik eşitliktir.

Atatürk demokrasisinde de yasalar karşısında herkes eşittir. Değişik sınıf ya da gruplara ayrıcalık tanınamaz:

"Demokraside, egemenliği millete veren halk yönetiminde, sınıf ayırımı diye bir şey yoktur. Yasalar önünde sosyal eşitlik vardır. Sınıf ayırımından oluşan engeller kaldırılmıştır"

Özetlemek gerekirse, demokrasi denilince, siyasal partilerin katıldığı serbest ve dürüst bir seçimle kurulan parlamentolar; adalet ve iyilik duygusuna dayanan kanunlar; yetki ve sorumluluğu anayasa, yasalar ve kamu oyunca saptanan hükümetler; bağımsız adalet ve yan tutmayan bir idare, anayasa güvencesinde olan hak ve özgürlükler; yasa önünde eşitlik, serbestçe etkinlik göstererek kamu oyu oluşturan demokratik kuruluşlar akla gelir.

Atatürk'ün kurmaya ve geliştirmeye çalıştığı demokrasi düzenini ise şöyle tanımlayabiliriz:

"Millî egemenlik ve bağımsızlığa bağlı, kuvvetler birliği temelinde çalışan meclise ve anayasaya dayalı, sınıfsız bir toplum kabul eden; cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, laik, devletçi, inkılapçı ilkeler yürüten; iktisadi yaşamını planlı karma ekonomiye dayatan; bütün dünya ulusları ile her alanda iş birliğine açık, her türlü diktayı rededen ve çağdaşlaşmayı amaçlayan haklar, özgürlükler, eşitlik ve kalkınma düzenidir."

Atatürk demokrasinin bugünkü çağdaş demokrasiye, göre eksikliklerini şöyle sıralayabiliriz:

O dönemde kısa süreli iki deneme dışında çok partili siyasal yaşam yoktur. Tek parti, devlet yönetimine egemendir. Parti genel başkanı değişmez olup devletin temsilcisi olan valiler tek partinin il başkanlarıdır. Hak ve özgürlükler batılı demokratik bir ülkede olduğu gibi geniş, yoğun bir biçimde kullanılmaktadır. Anayasaya aykırı yasaları denetleyecek bir yüksek organ örneğin "anayasa mahkemesi" yoktur. Seçimler iki dereceli olup adaylar tek partinin genel başkanı tarafından belirtilmektedir. Demokrasilerde temel olan basın özgürlüğü de kısmen kısıtlıdır. Kısacası uygulamada görünen tam bir batılı demokrasi değil, ölçülü bir demokrasidir.

Ancak, Atatürk'ün amaçladığı düzen tam demokrasidir. Çünkü, O'na göre Türk insanının doğasına en uygun yönetim biçimi demokrasidir.

"Her türk doğar, hür yaşar.. Türkler demokrat, özgür ve sorumlu vatandaşlardır."

çünkü;

"Türk milletinin karakter ve adetlerine en uygun, olan idare; cumhuriyet idaresidir."

"Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir."

Sonuç : Atatürk yönetiminin, demokratik rejimi hazırlama dönemi olduğunu belirten prof. Maurice Duverger (Morıs Düverje)'nin dediği gibi:

"Atatürk, yaşamı boyunca demokratik rejimi kurmak için uğraşmış çok güçlükleri yenmiş, tamamlanmasını ulusun diğer bazı ihtiyaçları gibi yeni kuşaklara bırakmıştı."

"Milli azim ve bilincin kıymetli eseri olan değerli cumhuriyetin bugünkü ve yarınki neslin demir ellerinde her an yükselip sağlamlaşacağına güvenim tamdır."

"Türkiye cumhuriyeti; her anlamda, büyük Türk milletinin öz ve değerli malıdır. Kıymetli evlatlarının elinde daima yükselecek, sonsuzluğa kadar yaşayacaktır."

Bu güvenini birçok konuşmasında tekrar eden büyük önder, çağdaş düzeyde ve demokratik bir devlet yaratmak ülküsünün gençler tarafından bir ödev olarak kabul edileceğinin de bilincindedir:

"Cumhuriyeti biz kurduk, onu yaşatacak ve yükseltecek sizlersiniz."

Fani varlığı ile Türk ulusunun yaşamında parlak bir yıldız gibi kayıp geçen Atatürk,

"Biz Türkler ruhen demokrat doğmuş bir milletiz"

diyerek, sınırsız bir gurur ve güvenle en iyi yönetim biçimini yakıştırdığı aziz ulusunun tüm varlığına yaşıyor; yön verdiği devrim ve ilkeleri ile özlemini duyduğu çağdaş uygarlık yolunda "Türk ulusunun yüce önderi" olarak liderliğini sürdürüyor.

Lütfen sohbete katılmak için Giriş ya da Hesap açın.

Sorumlular: kemal
Sayfa oluşturma süresi: 0.212 saniye
Top