Atatürk İnkılapları

EKONOMİK ALANDA YAPILAN İNKILAPLAR

Osmanlı İmparatorluğunun gerilemeye başladığı zamanlardan itibaren devamlı yenilgilerle neticelenensavaşlar yüzünden çok sarsılan ekonomisini, Trablus, Balkan ve Birinci Dünya Savaşları ile Kurtuluş Savaşı büsbütün sarsmıştı. Mal, para, insan gücü, teknik vasıtalar ve uzmanlar, ulaşım (Demiryolu olarak, Haydarpaşa - Bağdat demiryolu ile Batı Anadolu'da bazı demiryolları vardı. Onların yapımında da yabancıların özel çıkarları rol oynamıştı) itibariyle zaten zayıf olan ekonomik kaynaklar hemen hemen kurumuştu.
 
Yerli sanayimiz yok denecek kadar cılız ve ilkeldi. Bu sebeple sanayi ürünleri yönünden tamamen dışarıya bağlı idik. Türkiye'nin en başta gelmesi gereken tarımı da araçların iptidaiiliği ve yalnız tabiat ve iklim şartlarına bağlı olacak kadar yoksulluğu sebebiyle aşağı yukarı aynı durumda idi. Maliye işleri de bozuktu. Devlet gelirlerinin önemli bir kısmını fakir köylünün tarım ürünlerinin % 1O'unun para karşılığı olan ve aşar adı verilen vergi sağlardı. Bu Ortaçağ tipindeki vergi mültezim denilen kisiler tarafmdan, üstelik Devletin de yardımı ile, toplandığı için köylüyü sömürücü, geri bir vergi sistemi idi. Devlet gelirlerinin bir kısmı, Düyun-u umumiye denilen dış borçlara gittiği, modern bir vergi politikası olmadığı için Devlet hazinesi fakirdi. Dışa bağlı bir ekonomi ve kapitülasyonlardan faydalanan yabancı sermaye yüzünden, pek düşük de olsa, milli gelir dışarıya akıyordu. Sermaye birikimi yoktu. Ziraat Bankası ve Emniyet Sandığı dışında milli Bankalar da kurulmamıştı. Hatta Devletin para işleri yabancılar tarafmdan kurulan ve merkezi Avrupa'da bulunan Osmanlı Bankası tarafından yürütülüyordu. Azınlıklar dışında, sağlam bir tüccar sınıfı yoktu. Olağanüstü bin bir fedakarlıklara mal olan Kurtuluş Savaşı bu ekonomik durumu daha da ağırlaştırmıştı. Her şeye hemen hemen sıfırdan başlamak gerekiyordu. Atatürk zamanındaki ekonomik politika: Atatürk Anadolu'da Milli Devletin kurulmasından, Kurtuluş Savaşının zaferle neticelenmesinden, Lozan Barışının sağlanarak Cumhuriyetin ilanından sonra sıranın ekonomik kalkınmamızın, bunun için de ekonomik bağımsızlığımızın gerçekleştirilmesine geldiğine haklı olarak inanmakta idi. Bu hedefe ulaşmak için gerekli çareleri, uygun ekonomi politikasının esaslarını tesbit etmek üzere İzmir'de bir İktisat Kongresinin toplanmasını istedi. 17 Şubat 1923 günü çiftçi, işçi, tüccar ve sanayici temsilcileri olarak 1135 kisinin katıldığı 15 gün süren kongrenin açılışında uzun bir konuşma yapan Atatürk şöyle söylüyordu:
 
«Arkadaşlar, sizler doğrudan doğruya milletimizi teşkil eden halkın sınıflarının içinden geliyorsunuz ve onlar tarafından seçilmiş olarak geliyorsunuz. Bu itibarla memleketimizin milletimizin halini, ihtiyacını ve milletmizin emellierini ve elemlerini yakından biliyorsunuz... Sizin söyleyeceğiniz sözler, alınmasının lüzumunu beyan edeceğiniz tedbirler doğrudan doğruya halkın lisanından söylemiş gibi telakki olunur... Halkın sesi hakkın sesidir... Kılıç ile fütuhat yapanlar, sapanla fütuhat yapanlara mağlüp olmaya ve binnetice yerlerini terk etmeye mecburdurlar. Nitekim Osmanlı Saltanatı da böyle olmuştur... Kılıç kullanan kol yorulur, nihayet kılıcı kınına koyar ve belki kılıç o kında küflenrneye, paslanmaya mahkum olur. Lakin sapan kullanan kol gittikçe daha ziyade kuvvetlenir ve daha çok kuvvetlendikçe daha çok toprağa malik ve sahip olur...»
 
Atatürk' ün devletçilik görüşünden daha önce bahsederken belirttiğimiz gibi, 0 bu sözleri ile de milli bağımsızlığın temelinin ekonomi olduğunu anlatmak istiyordu. Kongrenin ilk yaptığı iş «Türk milletinin kan dökerek sahip olduğu milli bağımsızlık prensibinden hiç bir şekilde fedakarlık yapmıyacağını, ekonomik kalkınmamızın bu bağımsızlık içinde sağlanacağını, siyasi bağımsızlık gibi ekonomik bağımsızlığın da esas olduğunu» açıklayan bir «İktisadi Misak» yani İktisat Andı kabul etmesi olmuş ve uzun tartışmalardan sonra alınması gerekli ekonomik tedbirleri tesbit etmiştir. Bu tedbirlerin başlıcaları vergi sisteminde reform yapılması, kredi müesseselerinin düzenlenmesi, ulaştırma meselesinin çözümlenmesi, işçilerin hayat şeklinin düzeltilmesi, topraksız çiftçiye toprak verilmesi, tarımın ilkel usullerden kurtanlması, ticari spekülasyonlara mani olunması, yeraltı servetlerinin tesbiti ve işletilmesi, sanayiciye giimrük himayesinin sağlanması, ekonomi ve ticaret işlerini düzene koyacak kanuni tedbirlerin alınması idi. Ekonomik politikanın uygulanması, ekonomik reformlar: Mahiyetini belirttiğim ekonomik politikayı uygulamak üzere, iki dönemde çesitli ekonomik alanlarda yapılan başlıcareformlar şunlardır:

A) Tarım alanında yapılan inkılaplar:
1) 1925'de aşarın kaldırılması,

2) Köylüye bol kredi sağlamak için Ticaret Bankasının yeniden düzenlenmesi, Tarım kredi kooperatiflerinin kurulması, tohum ıslah ve dağıtım istasyonlarının kurulması ve köylülere tarım araçlarının dağıtılması,

3) Örnek çiftliklerin ve fidanlıkların kurulması,

4) Ziraat okullarının ve Ankara'da "Yüksek Ziraat Enstitüsü" nün açılması, ormanlar ve hayvancılıkla ilgili bazı önemli tedbirlerin alınması,

5) 1929'da bazı bölgelerde topraksız köylülere toprak dağıtılması,

6) "Toprak Mahsulleri Ofisi"nin kurulması.

B) Sanayi, ticaret ve maliye alanında yapılan inkılaplar:

1) Özel sınai teşebbüsleri ve maden işlemelerini muafiyet ve imtiyazlar yolu ile teşvik için 1927'de "Teşvik-i sanayi kanunu" nun çıkarılması,

2) 1925'den itibaren şeker sanayiinin kurulmaya başlanması,

3) 1926'da şeker ithalinin Devletin tekeline verilmesi,

4) Sanayi müesseselerin kurulmasına yardım etmek üzere "Sanayi ve Maden Bankası" nın kurulması,

5) 1927'de iktisadi konularda bir danışma organı olarak "Ali İktisat Meclisi" nin kurulması,

6) Yabancı esrmaye elindeki tütün, sigara tekelinin 1925'cie Devlet tarafından satın alınması,

7) İspirto ve her çeşit alkollü içkilerin yapılmasının, ithalinin 1926'da Devlet tekeline geçmesi, kibrit sanayiinin de Devlet tekeline geçmesi,

8) 1932 "Devlet Sanayi Ofisi"nin kurulması,

9) Aynı yıl içinde "Sanayi Kredi Bankası"nın kurulması,

10) Sanayi ve Maadin Bankasının yerine geçmek ve bütün sanayi ve bankacılık ile uğraşmak üzere 1933'de "Sümerbank"ın kurulması,

11) Türkiye'de tasarruf zevkini artırmak ve sermaye ihtiyacını karşılamak için 1924'de "Türkiye İş Bankası" nın kurulması ve böylece memleketimizde bankacılığın hızla gelişmesi yönünde ilk önemli adımın atılması,

12) 1928'de Lozan Antlaşmasının koyduğu gümrük tarifeleri ile ilgili kısıtlamaların kaldırılması,

13) Beş Yıllık Planın öngördüğü ve Sümerbank'ın gerçekleştirdiği Malatya, Kayseri dokuma fabrikaları ile Bursa Merinos fabrikasının ve İzmit kağıt ve Paşabahçe cam fabrikasının ve 1937' de yapılmasına başlanıp 1939'da işletmeye açılan Karabük Demir Çelik Fabrikasının kurulması,

14) Osmanlı borçlarının tasfiyesi,

15) Fatih zamanında başlayan ve Kanuni Sultan Süleyman ile Fransız Kralı 2. François arasında 1535'de yapılan anlaşma ile daha da genişletilen Kapitülasyonların 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması ile kaldırılarak Türk ekonomisi üzerindeki ipoteğe son verilmesi.

C) Madencilik alanında yapılan inkılaplar:

Bu alandaki ilk önemli tedbirlerden birincisi işletmeye elverişli madenleri araştırmak, işletilmekte olanların daha rasyonal işletilmesi için yol göstermek ve maden sanayiinde çalışacak teknik elemanları yetiştirmek maksadı ile 1935'de kurulan «Maden Teknik ve Arama enstitüsü», ikincisi de madenlerin isletilmesi ile ilgili her çeşit işleri yapmak, elektrik santralleri kurmak ve her türlü banka muamelesi yapmak üzere aynı tarihte «Etibank»ın kurulmasıdır.

D) Ulaşım alanında yapılan inkılaplar:

1) 1926'da kabul edilen bir kanunla (Kabotaj Kanunu) Türk limanları arasında yolcu ve eşya naklinin yalnız Türk gemileri ile yapılması esasının konması,

2) 1937'de deniz işletmeciliği ve aynı zamanda banka işlemleri yapmak üzere "Deniz Bank" ın kurulması,

3) Demiryolu politikasının hızla uygulanması,

4) Karayollarının modern standartlara göre yapılmaya başlanmasıdır.

Atatürk'ün önderliğinde 15 sene gibi çok kısa sayılacak bir zaman içinde gerçekleştirilen bu ve buna benzeyen ekonomik reformlar ekonomik kalkınma ve bağımsızlığımız için harcanan çabaların ve yapılan hamlenin büyüklüğünü göstermektedir.
Atatürk Dönemi Ekonomik Politikalar

Osmanlı Devleti Neden Sanayileşemedi?

1. Osmanlı Devlet Ekonomisinin, sürekli tarımsal üretim ve küçük sanayi üzerine kurulu olması
2. Osmanlı Devleti'nin, Avrupadaki bilim ve teknik alanındaki gelişmeleri takip edememesi.
3. Eğitimeve bilgi birikimine yeterli önem verilmemesi.
4. Osmanlı Devleti'nin kurulduğu ilk yıllarda ekonominin daha çok, gazalardan elde edilen ganimete dayalı olması, ticarete gereken önemin verilmemesi.
5. 1838'de imzalanan Balta Limanı Ticaret Antlaşması ile, başta İngiltere olmak üzere yabancılara iç pazarlarımızda serbest ticaret yapma hakkı verilmesi.
6. Türklerin ticaretten koparak daha çok devlet memurluğunu tercih etmesi, bu alanın azınlıklar ve yabancıların eline geçmesi.
7. 1854'te başlayan dış borçlanmanın artarak devam etmesi ve 1881'de Duyun-u Umumiye'nin kurulması üzerine devlete ait birçok gelirin, yabancı sermaye ve işletmelerin eline geçmesi.

İzmir İktisat Kongresi (17 Şubat 1923)

Kongre İzmir'de, işçi, çiftçi, tüccar ve sanayici kesiminden oluşan toplam 1135 temsilcinin katılması ile 17 Şubat 1923'te toplandı.

İzmir İktisat Kongresi'nin toplanma amacı :

1. Ekonomik kalkınma için ortak hedeflerin saptanması
2. Ekonomik hedeflere ulşamka için gerekli yöntem ve kaynakların saptanması
3. Yeni Türkiye Devleti'nin ekonomik programının saptanması
4. Siyasi bağımsızlık için şart olan ekonomik bağımsızlığın nasıl sağlanacağının belirlenmesi

Kongre sonunda alınan kararlar "Misak-ı İktisadi" olarak adlandırıldı.

Misak-ı İktisadi Kararları

1. Öncelikle ham maddesi yurt içinde yetişen ve yetiştirilebilen sanayi dalları kurulacak.
2. Kısa sürede küçük işletme ve el aaagahlarından büyük işletmelere geçilecek.
3. Özel sektörün kuramadığı işletmeleri devlet kuracak
4. Özel teşebbüse kredi sağlanacak bir banka kurulacak
5. Dış rekabete dayanabilmek için sanayi bir bütün halinde kurulacak
6. Yabancıların kurduğu tekellerden kaçınılacak
7. Demiryolu inşaatı programa bağlanacak
8. İşçi haklarını korumak amacıyla, kişilere sendika kurma hakkı tanınacak
9. Vergi ve toprak reformu yapılacak

1923 - 1933 Yılları Arasındaki Ekonomik Gelişmeler

İzmir İktisat Kongresi'nden 1933 Yılına Kadar Görülen Gelişmeler :

26 Ağustos 1924'te Türkiye İş Bankası kuruldu.
19 Nisan 1925'te Türkiye Sanayi ve Maden Bankası kuruldu.
1 Temmuz 1926'da, Kabotaj Kanunu yürürlüğe girdi.
28 Mayıs 1926'da TBMM tarafından Teşvik- Sanayi Kanunu kabul edildi.
1928 yılında, İktisat Bakanlığı kuruldu.
1926 yılında İstatistik Genel Müdürlüğü kuruldu.
Osmanlı Devleti'nden kalma demiryolları yabancılardan satın alınarak yeni demiryolları yapıldı.
17 Şubat 1925'te Aşar vergisi kaldırıldı.

UYARI : İzmir İktisat Kongresi'nde alınan kararlar gereği, 1926 yılında özel sektöre yönelik Teşvik-i Sanayi Kanunu (Sanayiyi Özendirme Yasası) kabul edildi. Fakat özel sektörün sermayesi ve gerekli kadrosu hazır olmadığından bu yasa başarılı olamadı.

1933 - 1938 Yılları Arasındaki Ekonomik Gelişmeler

1933 - 1938 yılları arasında, İzmir İktisat Kongresi'nde alınan Misak-ı İktisadi kararlarının temel amacı olan özel girişimciyi sanayi alanına çekmek mümkün olmadı.
1926 yılında çıkartılan Teşvik-i Sanayi Kanunu'nun başarılı olamaması üzerine, sanayileşmenin devlet eliyle yürütülmesine karar verildi.
1933 yılında Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı hazırlandı.
Bu dönemde, Sümerbank önderliğinde büyük bir dokuma sanayi kuruldu.
1936 yılında İkinci Beş yıllık Sanayi planı hazırlandı.
Bu dönemde; madencilik, elektrik santralleri, gıda, kimya, deniz ulaşımı, makina sanayi, deri sanayi gibi alanlarda birtakım planlar yapıldı.
1935'te Maden Tetkik Arama Enstitüsü kuruldu.
1937'de Etibank önderliğinde Türkiye'nin ilk demir çelik fabrikası Karabük'te açıldı.
1938'de başlayan İkinci Dünya Savaşı nedeniyle İkinci Beş Yıllık Sanayi planı tamamlanamadı.

Mustafa Kemal Atatürk Dönemi Yapılan Devrimler ve Yenilikler | izlesene.com

Sosyal Alanda İnkılâp Hareketleri

 

Bu alanda yapılan inkılâplar toplum hayatına çeki düzen vermek, Batı standartlarında bir sosyal hayat oluşturmak ve Batı ile olan ilişkilerde bir karışıklığa meydan vermemek amacıyla gerçekleştirilmişlerdir.

 

a)Kılık Kıyafette Değişiklik

 

Türk Milletine her alanda çağın icaplarına göre bir görüntü ve kimlik kazandırmak düşüncesini taşıyan M. Kemal, kılık-kıyafet konusunda bir inkılâbın gerekliliğine inanmaktaydı.O, bu maksatla halka giydikleri kıyafetin millî olmadığını, daha medeni bir görüntüye bürünmesi gerektiğini yaptığı muhtelif konuşmalarda anlatmıştır.M. Kemal’in bu konudaki kararlılığının bir sonucu olarak, Bakanlar Kurulu 2 Eylül 1925’te memurların şapka giymeleri yönünde bir karar almıştır.Ancak meclis bu kararı anayasaya aykırı bularak kabul etmek istememiştir. Bunun üzerine 25 Kasım  1925 tarihinde T.B.M.M’ de “Şapka Giyilmesi” hakkında bir kanun kabul edilmiştir. Yine 2 Eylül 1925 günü alınan bir kararla, din adamı dışındaki kişilerin cübbe ve sarık giymeleri yasaklanmıştır. Daha sonra 3 Aralık 1934’te din adamlarının, dinî kıyafetlerini (en yüksek din görevlisi hariç) sadece ibadet yerlerinde giymeleri esası getirilmiştir.

Böylece cumhuriyetin ilk yıllarında kılık-kıyafet alanında gerçekleştirilen bu inkılâplarla ülkede büyük ölçüde birlik-beraberlik sağlanmış ve halka daha modern bir görüntü kazandırılmıştır.

 

b)Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması

 

Selçuklular ve Osmanlılar zamanında Anadolu’nun Türkleşmesinde ve halkın müslüman kimliği içinde yoğrulmasında büyük hizmetleri geçen tarikatlar ve bunların kurumlaşmış şekli olan tekkeler, daha sonra asıl fonksiyonlarını kaybetmişlerdir. Dolayısıyla gerçek anlamda varlık sebepleri ortadan kalkmıştır.

 

Cumhuriyetin ilk yıllarında rejimi sağlamlaştırmak ve iç düzeni sağlamak amacıyla bir takım inkılâplara girişilince, Tekke ve Zaviyeler gerçekleştirilen bu inkılâplara karşı çıkmaya başlamışlardır.Halbuki yeni cumhuriyet rejiminde bu rejime ve inkılâplara karşı olan ve bu sebeple halk üzerinde olumsuz tesir yapabilecek böyle kuruluşlara ve yapılanmaya yer yoktu. M. Kemal bu konudaki kararlılığını, 1925’te yaptığı “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler,dervişler,müritler ve meczuplar memleketi olamaz. En doğru ve gerçek tarikat, medeniyet tarikatıdır” sözleriyle ortaya koymuştur. Bu düşünce ve kararlılığın ifadesi olarak, 30 Kasım 1925 günü kabul edilen bir kanunla tekke,zaviye ve türbeler kapatılırken,şeyhlik,dervişlik,dedelik,müritlik v.s. gibi unvan ve lakapların kullanılması da yasaklanmıştır.

 

c)Soyadı Kanunu

 

Cumhuriyet öncesi Türk toplumunda ailelerin dinî, sosyal,ailevî ve asalet kaynaklı lakaplar taşımaları,gerek insanlar arasında ayırıma yol açmakta,gerekse toplumsal ilişkilerde (nüfus,askerlik vb.) karışıklıklara neden olmaktaydı.Bu durum,cumhuriyetin millî sınırlar içinde tüm insanları eşit kabul etme mantığıyla bağdaşmıyordu.Dolayısıyla hızla modernleşen Türk toplumunda böyle bir bölünmüşlüğe yer verilmemeliydi.Bu gaye ile 21 Haziran 1934’te “Soyadı Kanunu” kabul edilmiştir.Bu kanuna göre; her Türk kendi adından başka ailesinin ortak olarak kullanacağı bir soyadı alacaktır.Alınan bu soyadları Türkçe olacak,yabancı milletlere ait adlar kullanılmayacak,soyadlarının ahlaka aykırı e komik olmamasına özen gösterilecektir.

 

24 Kasım 1934 tarihinde kabul edilen bir kanunla da,  M. Kemal’e T.B.M.M. tarafından “Atatürk” soyadı verilmiştir.

 

Yine bu tarihte   ağa, hacı , hafız, molla, hoca, efendi, bey,   beyefendi, hanım, hanımefendi, paşa, hazret gibi unvan ve lakapların soyadı olarak alınması yasaklanmıştır.Soyadı kanununun kabul edilmesi ile toplum hayatında yeni bir düzen ve disiplin sağlanırken, aile ve fertlerin de tam olarak tanınması mümkün olmuştur.

 

d) Kadın Haklarının Kabulü

 

Başta Atatürk olmak üzere T. C ’nin kurucuları, Türk Milleti’nin kadın-erkek ayrımı yapılmaksızın çağdaşlaşması görüşündeydiler. Dolayısıyla o tarihe kadar toplum hayatında aktif olarak yer alamamış olan Türk kadınlarının, bir an önce aktif hale getirilmeleri ve bunu sağlayacak bir takım kanuni düzenlemelerin yapılması gerekmekteydi. Türk kadını statüsü gereği erkeklerin gerisinde olduğu halde, Millî Mücadele sırasında erkeklerin yanında yer almış, Millî Mücadelenin kazanılmasında etkin rol oynamıştı.Bu nedenle Türk kadınına toplumda hak ettiği yer verilmeliydi.

 

Atatürk, Türk Milletini kalkındırmak ve çağdaş medeniyet seviyesine ulaştırmak isterken,  kadınların bunun dışında tutulmasının mümkün olamayacağını belirtiyor ve 21 Mart 1923 tarihinde bir konuşmasında, “Kadınlara bir takım haklar tanınmasının gereği üzerinde” duruyordu.

 

1-Saltanatın Kaldırılması ( 1 Kasım 1922)

 

11 Ekim 1922 tarihinde Mudanya Mütarekesi’nin imzalanmasıyla cephelerdeki savaş sona ermiş, ancak kalıcı barış henüz yapılmamıştır. Taraflar arasında savaşa son verecek bir barış antlaşmasının imzalanabilmesi için, 28 Ekim 1922’de Lozan’da Barış Konferansı’nın toplanması kararlaştırılmıştır. Ancak bu sırada İtilaf Devletleri, kendileri açısından en uygun ortamı hazırlamaya çalışmaktadırlar. İtilaf  Devletleri bu amaçla, TBMM Hükümeti’nin yanı sıra konferansa İstanbul Hükümetini de davet ederek, ortaya çıkacak görüş ayrılıklarından yararlanmayı hedeflemişlerdir.

 

İstanbul Hükümeti, İtilaf Devletlerinin bu teklifini değerlendirmek niyetindedir. Bu gaye ile Mustafa Kemal Paşa’ya ve TBMM’ne iki ayrı telgraf gönderen Sadrazam Tevfik Paşa, “Kazanılan başarıda kendilerinin de payı olduğunu, kazanılan zaferin İstanbul ile Anadolu arasındaki ikiliği ortadan kaldırması gerektiğine” işaret ederek, konferansa İstanbul Hükümetinin de katılabilmesi konusunda yardım istemiştir.

 

M. Kemal Paşa, Sadrazam Tevfik Paşa’nın telgrafını ve İstanbul Hükümeti’nin Lozan görüşmelerine katılma konusunu 30 Ekim 1922 günü toplanan Meclis Genel Kuruluna getirmiştir. Bu konu mecliste iki farklı görüşün belirmesine yol açmıştır. Bir grup milletvekili Osmanlı Devleti’nin ve padişahlığın artık hükmünü yitirdiğini ifade ederek Sadrazamı ve telgrafını protesto ederken, diğer grup ise sadece Sadrazamın telgrafına red cevabı verilmesini, Osmanlı Devleti ve padişahlık hakkında bir karar verilmemesini savunmuştur. Bu tartışmalar sürerken Meclis Başkanlığı’na, “Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmış olduğunu, yeni bir Türk Devleti’nin doğduğunu, Teşkilât-ı Esasiye Kanunu gereğince egemenliğin millete ait olduğunu”  ifade eden bir önerge verilmiştir. Bu önergenin mecliste görüşülmesi sırasında özellikle egemenliğin kimin elinde bulunması gerektiği konusunda sert tartışmalar yaşanmıştır. M. Kemal Paşa, bilgi vermek ve görüş ayrılıklarını ortadan kaldırmak amacıyla, 1 Kasım 1922’de mecliste uzun bir konuşma yaparak, muhalifleri ikna etmeye çalışmıştır. M. Kemal Paşa’ya göre; Türk Milleti egemenliği kendi eline almış durumdaydı. Dolayısıyla, gerçekte saltanat açıkça olmasa da kaldırılmış demekti. İstanbul Hükümetini dayanaksız ve hükümsüz kılmak için, sıra bunun bir kanunla açık ve kesin bir biçimde ifade edilmesine gelmişti. Mecliste yapılan tartışmalardan sonra, hakimiyetin(egemenliğin) millet tarafından kullanılması gerektiği görüşü ağırlık kazanmış, verilen önerge tasarı haline dönüştürülerek, 1 Kasım 1922’de Meclis tarafından oy birliği ile kabul edilmiş ve saltanat kaldırılmıştır.

 

Bu kanuna göre İstanbul’daki hükümet 16 Mart 1920 günü sona ermiştir. Tek hükümet Misak-ı Milli sınırları içindeki TBMM Hükümetidir. Saltanat ve Hilâfet bu kanunla birbirinden ayrılmış, saltanat kaldırılmış, hilâfet makamının ise varlığı bir süre daha devam etmiştir.

 

Saltanatın kaldırılması ile Vahideddin padişahlık haklarını kaybetmiş ve Osmanlı Devleti’nin siyasi varlığı kesin olarak sona ermiştir. Böylece İstanbul Hükümeti de hükümsüz kalmıştır. 4 Kasım 1922 de Tevfik Paşa hükümeti de istifa edince, TBMM  Hükümeti Türkiye’nin tek hükümeti olarak kalmıştır. Bu durum karşısında Vahideddin 17 Kasım 1922’de ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır.

 

2-Cumhuriyetin İlânı (29 Ekim 1923)

 

Cumhuriyet dilimize Arapça “Cumhur” kelimesinden geçmiştir. Cumhur; halk, ahali, büyük kalabalık demektir ve toplu bir halde bulunan kavim yahut milleti ifade etmek için kullanılmaktadır.

 

Cumhuriyet, halka dayanan, gücünü halktan alan bir devlet şeklini ifade eder. Bu anlamda cumhuriyet, iktidarın millete ait olduğu bir sistemdir. Bu sebeple cumhuriyette egemenlik bir kişiyi veya zümreye değil, toplumun bütün kesimlerine aittir.

 

Cumhuriyet başta devlet başkanı olmak üzere, devletin temel organlarında görev yapan kişilerin seçimle işbaşına geldikleri, bunların belirlenmesinde kesinlikle veraset sisteminin rol oynamadığı bir hükümet şeklini benimser.

 

Cumhuriyet fikri ilk defa Fransız İnkılâbı sonunda ortaya çıkmıştır. Dar ve geniş anlamda olmak üzere iki şekilde kullanılır. Dar anlamda cumhuriyetten, sadece devlet başkanının, doğrudan veya dolaylı olarak halk tarafından belirli bir süre için seçilmesi kastedilirken, geniş anlamda cumhuriyetten ise, egemenliğin milletin bütününe ait olması ifade edilir.

 

Türkiye’de cumhuriyetin ilanı, kurucusu Atatürk’ün düşünceleri ile yakından ilgilidir. O, gençlik yıllarından beri cumhuriyet fikrini benimsemiş bir kişidir. Daha o yıllarda Atatürk, Türk Milleti’nin bir gün mutlaka cumhuriyet idaresine kavuşacağını söylemekten de çekinmemiştir.

 

Atatürk cumhuriyetle ilgili düşüncelerini çok önceden olgunlaştırmış ve şartların oluşmasını beklemiştir. Atatürk, Türk Milleti’nin cumhuriyet rejimine kavuşması konusunda ilk adımı Erzurum Kongresi sırasında atmış ve Mazhar Müfit Kansu’ya, “Zaferden sonra hükümet şeklinin cumhuriyet olacağını” söylemiştir. 23 Nisan 1920 de Ankara’da açılan ilk BMM, cumhuriyet yolunda atılmış büyük bir adımdır. Bu meclisin kabul ettiği ilk anayasada yer alan “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” ibaresine uygun olarak oluşturulan siyasi rejim ise, adı konulmamış bir cumhuriyettir.

 

Atatürk, Milli Mücadele’nin zaferle sonuçlandırılması ve yurttan düşmanların çıkartılmasından sonra, Türk Milletini çağdaş medeniyetler seviyesine ulaştıracak çalışmaları başlatmıştır. Bu çerçevede 1 Kasım 1922 de kabul edilen bir kanunla saltanat kaldırılmıştır. Bu aynı zamanda cumhuriyetin önünde yer alan bir engelin de ortadan kaldırılması  demektir. 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması’nın imzalanmasıyla Milli bağımsızlık tam anlamıyla elde edilmiştir.

 

Ancak bu dönemde, Yeni Türk Devleti’nde milli egemenlik prensibinin devletin temel taşı olarak belirlenmiş olmasına rağmen, devletin yönetim şekli açıkça belli değildir. Olağanüstü şartlarda hazırlanmış olan 1921 anayasası ihtiyaçlara cevap verememektedir. Bu anayasaya göre bir devlet başkanının ve kabine sisteminin olmaması,sık sık hükümet buhranlarına yol açmaktaydı.Özellikle 25 Ekim 1923 günü Başbakan Fethi Bey’in istifa etmesi ve yeni hükümetin kurulamaması,meclisin çalışma güçlüğünü ortaya koyarken,ülkenin içinde bulunduğu durumun ciddiyetini de gözler önüne seriyordu.

 

28 Ekim akşamı Çankaya’da yeni hükümetin kurulması çalışmaları sırasında, başsız bir devletin olamayacağı görüşünün ortaya çıkması ve dış ülkelerde “Türkiye’nin bir devlet başkanı bile yok” gibi sözler söylendiğinin ifade edilmesi üzerine Atatürk, cumhuriyetin ilanı için beklenen günün geldiğini görerek, yanında bulunanlara, “yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz” diyerek bu konudaki fikrini açıklamıştır.

 

Atatürk, 28 Ekim gecesi, İsmet Paşa ile birlikte 1921 anayasasının devlet şeklini belirleyen maddelerinde değişiklik öngören bir kanun tasarısı hazırlamış, 29 Ekim günü önce Halk Fırkası Grubu’nda görüşülerek kabul edilen bu tasarı, aynı günde mecliste kabul edilmiş ve böylece cumhuriyet resmen ilan edilmiştir.

 

Cumhuriyetin ilanından sonra aynı gün 158 milletvekilinin katılımıyla yapılan seçim sonunda, M. Kemal Atatürk oy birliğiyle cumhurbaşkanlığına seçilmiştir.

 

Cumhuriyetin ilanı ile kabine sistemine geçilirken, devletin demokratikleşmesi yolunda önemli bir adım atılmış ve inkılâpların yapılması için ortam hazırlanmıştır.

 

Verilen bilgilerin ışığı altında cumhuriyetin ilan edilme nedenlerini ve cumhuriyetin ilanının sonuçlarını özetlemek gerekirse :

 

Cumhuriyetin İlan Edilme Nedenleri :

 

  • Millet egemenliğinin gerçekleştirilmesini sağlamak.
  • Saltanatın kaldırılmasından sonra ortaya çıkan devlet başkanlığı sorununu çözümlemek.
  • Yeni Türk Devleti’nin rejimini belirlemek ve bu konudaki tartışmalara son vermek.
  • Yeni Türk Devleti’ni çağdaş medeniyetler düzeyine çıkarmak.
  • 1923 sonbaharında ortaya çıkan hükümet bunalımı sonucunda, yürütme işlerinde yaşanan aksaklıkları gidermek.

 

Cumhuriyet İlanının Sonuçları :

 

  • Yeni Türk Devleti’nin rejimi belirlendi. Bu konuda yaşanan karışıklık son buldu.
  • M Kemal’in cumhurbaşkanı seçilmesiyle devlet başkanlığı sorunu çözüldü, iktidar boşluğu sona erdi.
  • Meclis hükümeti sistemi yerine, kabine sistemi (Bakanlar Kurulu) getirilerek, yürütme işlerinin hızlanması sağlandı
  • Milli Mücadele’nin başından beri amaçlanan milli egemenlik düşüncesi gerçekleştirildi.

 

3-Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924)

 

Halife,sözlük anlamı olarak ”ardından gelen “demektir. Halife genellikle İslâm ülkelerinde devlet başkanı için kullanılmıştır.

 

İslâm terminolojisinde ise; Hz.Muhammed’in  ölümünden sonra, O’nun yerine geçen kişi, yani müslümanların din ve devlet başkanı anlamına gelir.İslami hakimiyet anlayışına göre halife, hem devlet ve hükümet başkanı ve ordu komutanı olarak dünyaya ait iktidarı temsil eder, hem de baş imam olarak halkın dini lideri durumundadır.

 

Halifeliğin tarihçesine baktığımızda, Hz.Muhammed’in ölümünden sonra ilk dört halifenin seçimle iş başına geldiklerini görürüz. Emeviler döneminde seçim geleneği bir tarafa bırakılarak,halifelik babadan oğula geçen bir müessese şekline dönüştürülmüştür. Abbasiler döneminde de veraset sistemi devam ettirilmiştir. Abbasilerden sonra halifelik Memlükler Devleti’ne geçmiştir.

 

İslâmiyet’in geniş bir coğrafyaya yayılmasıyla birlikte bazı sultanlar, değişik zamanlarda ve yerlerde, kendi topraklarında bir hükümdarlık ifadesi olarak Halife ünvanını kullanmaya başlamışlardır.Bu çerçevede Osmanlılarda da , I.Murat’tan itibaren bazı padişahların zaman zaman halife ünvanını kullandıkları bilinmektedir. Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferinden sonra, İslâm dünyasının lideri durumuna gelen Osmanlı padişahları, kendilerini bütün İslâm aleminin halifesi saymaya başlamışlardır. Bu tarihten sonra artık Osmanlı padişahları İslâm dünyasındaki tek halifedirler. Dolayısıyla padişahlar hem imparatorluk halkının hükümdarı, hem de bütün müslamanların dini lideri durumundadırlar.

 

Bu tarihlerde Osmanlı padişahları siyasi üstünlükleri devam ettiği için halifelik makamının maddi ve manevi gücünden yararlanmayı düşünmemişlerdir. Hilâfet politikasının Osmanlı siyasetinin başlıca unsurlarından biri haline gelmesi, ilk defa Büyük Güçler tarafından Müslüman ve Müslüman olmayan tebaanın devlet aleyhine tahrik ve teşvik edilmeye başlandığı ve Osmanlı Devleti’nin bunlara karşı başka yollardan yeterli karşılık verme imkânının kalmadığı zamana rastlar. Bu dönemde devletin zayıflamasıyla birlikte, halifeliğin manevi gücünden faydalanma düşünülmüştür. 1789 Fransız İhtilali’nden sonra Osmanlı Devleti aleyhine gelişen milliyetçilik akımına karşı, halifeliğe daha fazla önem verilerek, Panislâmizm politikası uygulanmıştır. Ancak Araplar arasında da milliyetçilik fikirleri yayılmış olduğu için Panislâmizm politikası başarıya ulaşamamıştır. Nitekim I. Dünya Savaşı sırasında cihad çağrısının gerekli etkiyi yapmaması, Panislâmizm politikasının başarısızlığının göstergesidir. Bu olay halifeliğin gücünün azaldığını, dolayısıyla Osmanlı Devletini kurtarma hususunda halifelikten fayda beklemenin boş bir hayal olduğunu da ortaya koymaktadır.

 

1 Kasım 1922’de Saltanatın kaldırılmasından sonra, halkın Halifeliğin kaldırılmasına henüz hazır olmadığı düşüncesiyle, halifelik makamının bir süre daha devam ettirilmesine karar verilmiştir. Ancak Lozan’dan sonra hem mecliste hem de kamuoyunda meclis tarafından halife seçilen ve yetkileri sınırlandırılan Abdülmecit Efendinin yetki sınırlarını aştığı, bir hükümdar gibi davranmaya başladığı şeklinde bir tartışma başlamıştır. Bu sırada Halk Fırkası milletvekilleri de Halifenin durumunun yeniden gözden geçirilmesi, hatta Halifeliğin kaldırılması doğrultusunda bir tutum içerisine girmişlerdir. Buna karşılık bir başka grup da Halifeliğin korunması görüşünü benimsemişlerdir.

 

Aslında milliyetçilik ve milli egemenlik ilkesi üzerine kurulmuş olan yeni cumhuriyet ile, ümmetçilik düşüncesi üzerine kurulu olan Halifeliğin birbiriyle bağdaşması mümkün değildir. Nitekim son halife Abdülmecit Efendi’nin, yeni devlet statüsüne uyum sağlamakta güçlük çektiği ve eski statüye dönmek istediği yaptığı hazırlıklardan belli olmaktadır. Abdülmecit Efendi’nin bir devlet başkanı gibi kabullerde bulunması ve bazı devlet ileri gelenlerinin Halife ile olan ilişkilerini kesmemeleri durumu karmaşık bir hale sokmuştur. Bu sırada Hindistan Halifelik Komitesi adına, Hint Müslümanlarının lideri Ağa Han ve Emir Ali, Başbakan İsmet Paşa’ya Halifeliğin korunması ve manevi gücünün arttırılması gerektiği konusunda bir mektup göndermişlerdir. Özellikle Emir Ali’nin, İngiltere Kralı’nın özel danışmanı olması, M. Kemal Paşa’yı, Halifeliğin yabancı güçlerce zararlı bir biçimde kullanılabileceği endişesine sevk etmiştir.

Bu gelişmelerden sonra M. Kemal 1 Mart 1924’de meclisi açış konuşmasında, halifeliğin kaldırılması düşüncesinde olduğunu açıklamıştır. Meclis genel kurulu 3 Mart 1924 günü Halifelik meselesini görüşmek üzere toplanmıştır. Bu sırada verilen “Halifeliğin kaldırılması ve Osmanlı Hanedanının yurt dışına çıkartılması “ile ilgili kanun teklifi, yapılan görüşmelerden sonra kabul edilmiş ve halifelik resmen kaldırılmıştır.

 

Halifeliğin kaldırılmasıyla, devlet düzeninin lâikleştirilmesi konusunda büyük bir engel ortadan kaldırılırken, saltanat ve hilâfet yanlılarının güç aldığı önemli bir makama da son verilmiştir.

 

Halifeliğin kaldırılmasının yurt içinde ve dışında çeşitli yansımaları olmuştur. İçeride saltanat ve hilafet yanlıları bu karardan dolayı rahatsızlık duymuşlardır. Batı dünyası bu karardan dolayı şaşkınlık ve hayranlığını gizleyemez iken, İslâm alemi rahatsızlık duymuş ve olumsuz tepkiler ortaya koymuştur.

 

3 Mart 1924 Halifeliğin kaldırıldığı gün çıkarılan diğer yasalar şunlardır:

  • Şer’riyye ve Evkâf  Vekâleti kaldırıldı. Yerine Diyanet İşleri Başkanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü kuruldu.
  • Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Vekâleti kaldırıldı. Bununla da, Genel Kurmay Başkanlığı’nın hükümet ve siyaset dışına çıkması sağlandı.
  • Tevhid-i Tedrisat kanunu kabul edilerek, eğitimde birlik sağlandı.
  • Osmanlı hanedanının yurt dışına çıkarılması kabul edildi.

 

  • Bu bilgilerin ışığı altında halifeliğin kaldırılmasının nedenleri ve sonuçları şunlardır:

 

Halifeliğin Kaldırılmasının Nedenleri
  • Saltanatın kaldırılmasından ve Cumhuriyetin ilânından sonra, halifeliğin önemini yitirmesi.
  • Devlet başkanı olarak cumhurbaşkanı ile halifenin birlikte bulunmasının sakıncalı olması.
  • TBMM tarafından halife tayin edilen Abdülmecit Efendi’nin, devlet başkanı gibi davranması.
  • Halifelik kurumunun, lâikliğe ve cumhuriyet rejimine ters düşmesi.
  • Eski rejim taraftarlarının saltanatın kaldırılması ve cumhuriyetin ilanından sonra, halifeliğe sığınmaları.
  • Bazı TBMM üyelerinin halifeyi milletin üzerinde görmeye başlamaları, “TBMM halifeliğin, halife de TBMM’nindir” şeklinde propaganda yapmaları.
  • İslâm aleminin halifeliğin korunması konusunda İsmet Paşa’ya yazdıkları mektubun, İsmet Paşa’nın eline geçmeden muhalefeti temsil eden “Tanin” gazetesinde yayınlanması.

 

Halifeliğin Kaldırılmasının Sonuçları
  • Lâikliğe geçişin en önemli aşaması gerçekleşti.
  • İnkılâplar için elverişli ortam hazırlandı
  • Milli egemenlik daha da pekişti
  • Ümmetçilik arayışları sona erdi.

 

 

Çok Partili Siyasi Hayat

 

Siyasi parti; demokrasiyle yönetilen ülkelerde halkın desteğini sağlamak suretiyle iktidar olmaya ve sürdürmeye çalışan, sürekli ve istikrarlı bir örgüte sahip siyasi topluluktur. Bu anlamda siyasi partiler, modern siyasi sistemlerin en önemli unsurlarından birisi olup, demokrasiyi de oluşturan güçlerdir. Siyasi partilerin yer almadığı bir demokrasi düşünülemez.

1. TBMM’de Çeşitli Grupların Ortaya Çıkması

 

23 Nisan 1920’de çalışmalara başlayan ilk BMM, kendisini oluşturan milletvekillerinin  katılma şekilleri itibarıyla üç ayrı gruptan meydana gelmiştir. Bunlar; 19 Mart seçim genelgesine göre seçilenler, Meclis-i Mebusan üyesi olup Ankara’ya gelebilmiş olanlar, Yunanistan ve Malta’dan gelenlerdir. İlk meclisi oluşturan milletvekilleri temel olarak Misak-ı Milli’yi gerçekleştirmek amacında idiler. Bu sebeple belirli bir siyasi görüşe sahip olmadıkları gibi, herhangi bir siyasi partiyi de temsil etmemektedirler. Dolayısıyla aralarında birlikten söz etmek mümkün değildir. Farklı yerlerden ve menşelerden gelen bu kişilerin, doğal olarak düşünce yapıları da farklıdır. Bu durum zaman içinde kendini göstermiş, farklı düşünceler mecliste gruplaşmaları da beraberinde getirmiştir. Bu grupların en önemlileri :

Tesanüt (dayanışma) Grubu, İstiklâl Grubu, Müdafaa-i Hukuk Zümresi, Halk Zümresi ve Islahat (reform) Grubudur.

 

Bu grupların ortaya çıkması ile mecliste çalışmalar yavaşlamış ve çeşitli çekişmeler yaşanmıştır. M. Kemal bu grupları bir araya getirerek, uzlaşma sağlamaya çalışmışsa da bu teşebbüsünde başarılı olamamıştır.

 

2. Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun Kurulması ve Bunun Halk Fırkasına Dönüşmesi

 

M. Kemal ilk TBMM’de ortaya çıkan grupların birleştirilmemesi üzerine, meclisin hızlı çalışmasını sağlayacak formüller aramaya başlamıştır. Bulunan formüllerden biri de, mecliste büyük bir grup kurmak suretiyle çoğunluğu ele geçirmek ve böylelikle meclisi çalıştırmaktır. Bu amaçla M. Kemal 151 arkadaşıyla birlikte 10 Mayıs 1921’de mecliste Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu adıyla bir grup kurmuştur. Aynı gün yapılan seçimden sonra grubun başkanlığına M Kemal  getirilmiştir.Grubun iki maddeden oluşan  programı şu şekildedir:

1) Grup, Misak-ı Millî  ilkeleri çerçevesinde milletin bağımsızlığını sağlayacak bir barışın elde edilmesi için,milletin bütün maddi ve manevi gücünü  kullanarak çalışacak.

2) Grup,devlet ve milletin teşkilatını, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun koyduğu ilkeler çerçevesinde tespit edecek ve hazırlayacak.

 

Meclisi çalıştırma doğrultusunda önemli bir adım atan M Kemal, meclisteki bütün milletvekillerinin bu grubun tabii üyesi olduğunu vurgulayarak, grubun dışında kalanların serbest hareket etmek isteyen birkaç kişiden ibaret olduğunu ifade etmiştir.Zamanla Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i  Hukuk Grubu dışında kalanlara İkinci Grup adı verilmiş ve bu grup, yapılan bazı çalışmalara karşı çıkarak bir muhalefet hareketi başlatmıştır.Ortaya çıkan bu muhalefet M Kemal’i  hem yapmak istediği inkılâpları halka mâl etme noktasında daha etkili olacağı, hem de ileride yapılacak seçimlere bir parti ile girerek muhalefetin gücünü kırma düşüncesiyle bir parti kurma kararına yöneltmiştir. M Kemal bu konudaki kararını 1922 Aralığı’nda, Halk Fırkası adıyla bir siyasî parti kurulacağını söyleyerek açıklamıştır.Bu açıklamadan sonra Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun, Halk Fırkası’na dönüştürülmesi düşüncesi benimsenmiş ve bu karar kamuoyuna da duyurulmuştur. 9 Eylül 1923 günü Halk Fırkası resmen kurulmuş, böylece ilk direnişle birlikte başlayan siyasî örgütlenme süreci, bir siyasi partinin resmen kurulmasıyla tamamlanmıştır.Halk Fırkası çalışmalarını bir süre bu isimle sürdürmüş, ancak Genel Başkan M Kemal’in isteği doğrultusunda partinin adı 1924’de Cumhuriyet Halk Fırkası olarak değiştirilmiştir.İkinci TBMM’nde  çoğunluğu elde eden ve cumhuriyet devrinin ilk siyasi partisi olan Cumhuriyet Halk Fırkası inkilâpların  öncülüğünü yapmıştır.

 

3-Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası

 

Mili Mücadele’nin kazanılmasından sonra sıra Türk Milleti’nin çehresini her alanda değiştirecek inkılâpların yapılmasına gelince,inkılâpların şekli ve zamanı konularında  M. Kemal ve bazı arkadaşları arasında görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır.Bu görüş ayrılıkları zamanla iyice belirginleşmiş ve çok geçmeden bu kişiler mensubu oldukları Cumhuriyet Halk Fırkası’nın icraatlarına karşı çıkmaya başlamışlardır.Muhalifler Cumhuriyet Halk Fırkası’nın çatısı altında kalmayı uygun görmeyerek,istifayı düşünmüşlerdir.Aralarında M. Kemal’in silah arkadaşlarının da bulunduğu (Bunlardan bazıları Kazım Karabekir,Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele,Rauf Orbay ve Adnan Adıvar’dır) onbir  kişilik bir grup bu çerçevede Cumhuriyet Halk Fırkası’ndan istifa ederek ayrılmışlardır.Bu grup 1924 anayasasının çok partili rejime geçilmesine fırsat vermesinden yararlanarak,17 Kasım 1924’de Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası adıyla yeni bir siyasi parti kurmuştur.Milli Mücadele sırasında M. Kemal’in etrafındaki ilk halkayı teşkil eden Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurucuları, muhalefet kontrolü olmaksızın bütün kuvvetlerin mecliste toplanmasının otoriter bir idare doğuracağı endişesini taşıyorlardı. Bu sebeple parti mecliste etkili bir muhalefet yaparak, demokratik bir denge kurmak amacındaydı.Bu nedenle Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, cumhuriyet tarihimizin ilk muhalefet  partisi olma özelliğini taşır.

 

Terakkiperver Fırka’nın yapılan seçimler sonucunda genel başkanlığına Kazım Karabekir, ikinci başkanlığına Rauf Orbay,genel sekreterliğine ise Ali Fuat Cebesoy  getirilmişlerdir.

 

Terakkiperver Fırka kurucuları programlarında millet iradesine ve cumhuriyet yönetimine olan bağlılıklarını vurgulamışlar, toplumu çağdaşlaştıracak değişikliklerin birdenbire değil, zamanla gerçekleşeceğini iddia etmişlerdir.Cumhuriyet Halk Fırkası’na nazaran daha liberal ve demokrat görüşleri benimsedikleri için, fırka yöneticileri dini inançlara saygılı olduklarını belirtmişlerdir.

 

M. Kemal Türkiye’de demokrasinin yerleşmesini arzu ettiğinden başlangıçta yeni bir siyasî partinin kurulmasından memnun olmuştur.Ancak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası zamanla mecliste sert tartışmalara giren, saltanat ve hilâfetin kaldırılmasından memnun olmayan üyelerin yanı sıra, ittihatçıların da bünyesinde yer almaya başladığı bir parti haline gelmiş,inkılâplara karşı olanlar açısından,inkılâpları engelleyecek son umut olarak görülmüştür.Dolayısıyla M. Kemal’in bu parti ile ilgili düşünceleri de değişmiştir.

 

4.Şeyh Sait İsyanı ve Terakkiperver Fırka’nın Kapatılması

 

Lozan’dan sonra  Musul konusunda Türkiye ile yaptığı ikili görüşmelerden de bir sonuç elde edemeyen İngiltere, Musul’un  Türk halkının Türkiye ile birleşme isteğini ve Türkiye’nin Ortadoğu’da kendisi aleyhinde bir durum yaratmasını önlemeye çalışmaktadır.Bu çerçevede İngiltere, Türkiye içinde bir takım karışıklıklar çıkarma ve ihtilâl hareketlerini körükleyerek, Türkiye’yi zayıflatma planları yapmaktadır. Bu amaçla Şeyh Sait isimli biri tarafından 13 Şubat 1925’de Genç iline bağlı Piran’da bir isyan hareketi başlatılmıştır. İngiltere’nin desteği sayesinde kısa sürede doğu illerinin bir bölümünü saran isyan ile İngiliz himayesinde bir Kürt Devleti kurulmasına çalışılmıştır. Şeyh Sait ve arkadaşlarının hareketi aynı zamanda dinî-siyasî niteliği de olan bir harekettir. Çünkü “din elden gidiyor”  şeklindeki propaganda ile halkın kandırılmasına çalışılmış, cumhuriyet ve inkılâpların ortadan kaldırılması plânlanmıştır.

 

Memleket içindeki cumhuriyet ve inkılâplara karşı olanların da Şeyh Sait isyanını desteklemesiyle durum oldukça   ciddi bir hal almıştır. Bunun üzerine T. Cumhuriyeti  Devleti hem isyanı bastırarak asayişi yeniden sağlamak, hem de vatanın parçalanmasını önleyerek varlığını devam ettirmek gayesiyle 4 Mart 1925 tarihinde “Takrir-i Sûkûn Kanunu”nu çıkartmış ve yine aynı tarihte biri isyan bölgesinde, diğeri de Ankara’da olmak üzere iki İstiklâl Mahkemesi kurmuştur.

 

Terakkiperver Fırka’nın programında yer alan bazı maddelerden faydalanmak isteyen bir takım kişilerin partiye üye olmaları ve parti mensupları tarafından yapılan propagandaların  halkı isyana teşvik ettiği düşüncesinin ortaya çıkması üzerine Diyarbakır İstiklâl Mahkemesi, isyanla ilgileri olduğu gerekçesiyle fırkanın bölgedeki bütün şubelerini kapatmıştır. Daha sonra Ankara İstiklâl  Mahkemesi de, Terakkiperver C. Fırkası ile ilgili yaptığı araştırmada, bu fırka tarafından yapılan propagandalarda din ve dince kutsal sayılan şeylerin istismar edildiğini tespit etmiştir. Bu tespit üzerine Bakanlar Kurulu, Takrir-i Sûkûn Kanunu’nun kendisine verdiği yetkiye dayanarak, Terakkiperver C. Fırkasını ülkedeki bütün şubeleriyle birlikte kapatmıştır.

 

Şeyh Sait İsyanı’nın Sonuçları:

  • Terakkiperver C. Fırkası isyanda rolü olduğu gerekçesiyle kapatıldı.
  • Şeyh Sait İsyanı, Türkiye’de çok partili siyasî hayata geçiş için elverişli ortamın henüz olgunlaşmamış olduğunu gösterdi.
  • Doğu Anadolu’da bozulan huzuru sağlamak için çıkarılan Takrir-i Sûkûn Kanunu,1929’a kadar yürürlükte kaldı.
  • T. Cumhuriyetini yıkmaya yönelik ilk isyan bastırıldı.
  • İngiltere, Türkiye bu isyanla yıprandığı için, Musul sorununu kendi lehine çözmede büyük bir avantaj sağladı.

 

5. İzmir Suikastı

 

Şeyh Sait isyanı sonrasında inkılâpların karşısında olan unsurların sindirilmesi konusunda sertlik politikasına devam edilmiştir. Bu sırada yapılan inkılâpları halka anlatmak maksadıyla 1926 Baharı’nda yurt gezilerine çıkmayı planlayan Atatürk’ün programında,Balıkesir üzerinden 17 Haziran’da İzmir’e gidilmesi de vardır. Ancak aynı günlerde iktidar ve muhalefet arasındaki gerginlik devam etmektedir. İşte böyle bir ortamda menfaatleri zedelenen bazı kişiler, Terakkiperver Fırka’nın kapatılmasından sonra, cumhuriyeti ve inkılâpları ortadan kaldırarak, eski günlere dönmek şeklindeki amaçlarına ulaşmak gayesiyle M. Kemal’i öldürmeye karar vermişlerdir. Bu işi de, O’nun İzmir’e yapacağı seyahat sırasında gerçekleştirmeyi plânlamışlardır. Suikastı plânlayan Ziya Hurşit ve arkadaşlarına Giritli Şevki yardım edecek ve onları suikasttan sonra Yunan adalarına kaçıracaktır. Ancak çeşitli sebeplerden dolayı  M. Kemal’in İzmir’e yapacağı seyahatin bir gün gecikmesinden şüphelenen Giritli Şevki’nin, meseleyi yetkililere haber vermesi ile olay ortaya çıkmıştır. Olayın ortaya çıkması üzerine Ankara İstiklâl Mahkemesi Heyeti, İzmir’e giderek olaya el koymuş ve olayla ilgisi olduğu düşünülen kişiler yakalanarak tutuklanmışlardır. Bu kişiler arasında İttihatçılar ve Terakkiperver Fırka mensupları da vardır. M. Kemal’e göre suikastın arkasında Terakkiperver Fırka vardır ve bu suikast birkaç kişinin eseri değil, muhaliflerin inkılâp ve cumhuriyet aleyhine giriştikleri büyük bir ihanetin eseridir. Dolayısıyla Terakkiperver C. Fırkası üyelerinin tutuklanmaları gerekmektedir. Hatta M. Kemal, “İttihatçıların Terakkiperver Fırka ile örgütlendiklerini ve bir darbe ile iktidara gelmek istediklerini, suikastı de bu nedenle plânladıklarını” düşünmektedir.İsmet Paşa’nın böyle düşünmemesine rağmen, Kazım Karabekir Paşa Terakkiperver C. Fırkası başkanı olarak Ankara’da tutuklanmış ve 26 Haziran 1926 sabahı İzmir’e getirilmiştir. Aynı gün İstanbul’dan parti üyesi olan Refet Bele, Cafer Tayyar, Ali Fuat Cebesoy ve İttihatçı eski Maliye Bakanı Cavit  Bey de arkadaşlarıyla birlikte yargılanmak üzere İzmir’e getirilmişlerdir.

 

Yargılama sonucunda İttihatçıların daha önce kapatılan ve Terakki Fırkası’nı yeniden dirilterek, Terakkiperver Fırka’nın da desteği ile iktidara gelmek niyetinde oldukları kanaatine varılarak, Cavit Bey, Dr. Nazım Bey ve Naili Bey idam edilmişlerdir. Kazım Karabekir Paşa suçsuz bulunarak, serbest bırakılmış, bazı İttihatçılar tutuklanmış, bu olayla İttihat ve Terakki’nin Türk siyasî hayatından silinmesi doğrultusunda önemli bir adım atılmış, muhalefet sindirilmiştir.

 

6. Serbest Cumhuriyet Fırkası

 

Terakkiperver Fırka’nın 3 Haziran 1925’de kapatılmasıyla Türkiye’de çok partili rejim denemesi de sona ermiş ve yeniden tek parti dönemi yaşanmaya başlanmıştır. Ancak dışarıdan bakıldığında tek parti yönetimi yanlış değerlendirmelere yol açmakta, sanki Türkiye diktatörlükle yönetiliyormuş gibi bir havanın yayılmasına sebep olmaktaydı. Bu değerlendirmelerden rahatsızlık duyan Atatürk, yeniden çok partili siyasi hayata geçilmesi düşüncesindeydi.

 

Ayrıca, Türkiye’de 1922-1930 yılları arasında yapılan inkılâplar, hükümete karşı bir direnme meydana getirmiştir. Özellikle sanayileşme politikası ile alkollü içkiler, sigara, şeker, tuz ve deniz nakliyatının devlet tekeline alınması bu hoşnutsuzluğu daha da arttırmıştır. Bu siyaset aynı zamanda Türkiye’de büyük ölçüde ekonomik durgunluğa da yol açmıştır.

 

Hükümet ise, prensip olarak özel teşebbüse taraftar olduğunu ifade etmekle birlikte, takip ettiği ekonomik politika ile dar bir devletçi görüşü benimsemektedir. Bu nedenle M. Kemal devletçi düşünceyi benimseyen Cumhuriyet Halk Fırkasının karşısında, liberal ekonomiden yana bir muhalif grubun bulunmasını faydalı ve lüzumlu görmektedir. Bu nedenle hem dışarıda Türkiye aleyhinde ortaya çıkan yanlış değerlendirmeleri ortadan kaldıracak, hem de içerideki sıkıntıları gidererek, rejimin sağlıklı yürümesini sağlayacak yeni bir muhalefet partisinin kurulması gereklidir.

 

M. Kemal 1930 yılının yaz aylarını Yalova’da geçirmektedir. O günlerde M. Kemal’in yakın arkadaşı Paris Büyükelçisi Fethi Okyar da Yalova’da M. Kemal ile görüşmeler yapmaktadır. Bu görüşmelerde Fethi Bey, M. Kemal’e sık sık İngiltere parlamentosundan ve oradaki siyasi partilerden söz etmekte, Türkiye’de ki ekonomi ve demiryolu politikalarının yanlışlığını anlatmaktadır. Bu görüşmelerden birinde M. Kemal, Fethi Bey’e bu dediklerinizi yapabilmeniz için hemen bir siyasi parti kurunuz, partinin başına geçerek düşüncelerinizi mecliste savununuz teklifinde bulunarak, O’nu yeni bir parti kurmakla görevlendirmiştir.

 

M. Kemal tarafından yeni bir parti kurmakla görevlendirilen Fethi Bey çalışmalarını tamamlayarak, 12 Ağustos 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı kurmuştur.

 

Serbest C. Fırkası’nın bir muhalif parti olarak kurulmasından maksat,birikmiş hoşnutsuzlukların giderilmesini sağlamak ve hükümeti hem kusurlarını düzeltmeye, hem de ekonomik duruma yeni çareler aramaya sevk edecek bir kontrol sistemi yaratmaktır.

 

Serbest Cumhuriyet Fırkası parti programına göre, cumhuriyetçilik,milliyetçilik ve laiklik esaslarına bağlı, liberalizmi ve kadınlara siyasî haklar verilmesini savunan bir partidir.

 

Serbest C.Fırkası, kuruluşundan hemen sonra özellikle Ege Bölgesi’nde büyük bir taraftar kitlesi bulmuş ve önemli ölçüde teşkilatlanmıştır.Bu sebeple Fethi Bey’in yerel seçimler öncesinde propaganda amacıyla Ege Bölgesine yaptığı ziyaret ve burada yapılan toplantılara katılım büyük olmuştur.Bu toplantılar sırasında halk alınan bütün tedbirlere rağmen, hükümet ve inkılâplar aleyhine gösteriler yapmıştır. Bu durum, inkılâpların hayatiyetini temin açısından, henüz bir muhalefet partisi teşkili için zamanın erken olduğunu göstermektedir.Ancak kısa sürede büyük bir hızla gelişen parti, 1930 yılında yapılan yerel  seçimlere katılarak, 502 yerde belediye seçimlerini kazanmıştır. C. Halk Fırkası, Serbest  Fırka’nın seçimlerde usulsüzlük yaptığını iddia etmiş ve 502 belediyenin, 22 tanesi geçerli sayılmıştır.

 

Yerel seçimlerde Serbest  Fırka’nın yolsuzluk yaptığı iddiaları, mecliste sert tartışmalara yol açmış ve bu durum M. Kemal ile Fethi Bey’i karşı karşıya gelme noktasına getirmiştir. M. Kemal ile karşı karşıya gelmeyi arzu etmeyen Fethi Bey, Serbest C. Fırkası’nın bir anda cumhuriyet ve inkılâplara karşı olanların odaklandığı bir parti haline gelmesi üzerine, İçişleri Bakanlığı’na verdiği bir dilekçe ile fırkanın kendi kendisini feshetmesini sağlamıştır.Dolayısıyla Güdümlü Muhalefet Partisi olarak ortaya çıkan bu partinin kapanmasıyla, Türkiye’de yeniden 1945’e kadar devam edecek olan tek parti yönetimi kaçınılmaz olmuştur.

 

7. Menemen Olayı

 

Serbest Fırka’nın kendi kendisini feshetme kararı almasıyla adeta boşlukta kalan cumhuriyet ve inkılâp karşıtları, Türkiye’de ki bu değişimi sona erdirecek bir arayış içine girmişlerdir.Onlara göre bir isyan çıkararak, Türkiye’deki eski  günlere dönüşü sağlamak, başvurulacak yollardan birisi olarak görülmektedir.Manisa’nın bir köyünden geldikleri sanılan altı kişinin Menemen’e gelerek şeriat istemeleri ile isyan patlak vermiştir. Olayın duyulması üzerine bölgeye gelerek, isyancılara engel olmak isteyen Asteğmen Kubilay ile Hasan ve Şevki adındaki iki bekçi isyancılar tarafından öldürülmüşlerdir. Sıkı yönetimin ilan edildiği bölgeye, daha sonra askerî  birliklerin gelmesiyle isyancılardan üçü öldürülmüş, diğerleri de yakalanmıştır. İçlerinden Derviş Mehmet isimli kişinin peygamberlik iddiasıyla başlayan olay, şiddet kullanılarak bastırılmış, ancak bu olayın 6 kişinin gerçekleştirdiği bir olay olamayacağı, olayın arkasında başka güçlerin varlığı düşüncesiyle çok yönlü araştırma yapılmıştır. Olay sonrasında 34 kişi idam edilmiş, 41 kişi de çeşitli sürelerde hapis cezasına çarptırılmışlardır.

 

Türkiye’de Anayasal Hareketi

 

Anayasa en genel biçimde; devletin temel yapısını, yönetim biçimini, devletin temel organlarını, bunların birbirleriyle ilişkisini, kişilerin devlete karşı, devletin kişilere karşı olan hak ve görevlerini düzenleyen en üst yasalardır.

 

Dünyada anayasal sürecin, İngiltere’de 1215 yılında ki Magna Charta ile başlamasına karşın, çağdaş anlamda ilk yazılı anayasa Amerikan bağımsızlık savaşı sonrasında oluşturulan A.B.D anayasasıdır. Bununla birlikte 19. ve 20. yüzyıllara damgasını vuran ve başta Avrupa olmak üzere tüm dünyayı etkileyen anayasal süreç, Fransız İnkılâbı ile ortaya çıkmıştır.

 

Osmanlı Devleti’nde ise 1808 yılında imzalanan  Sened-i İttifak, iktidarın sınırlandırılması anlamında düşünülerek, Osmanlı da aynasal sürecin başlangıcı olarak kabul edilir. Ancak Sened-i İttifak ile padişahın yetkileri kısıtlanmakla birlikte, birer feodal derebey  kimliğinde olan ayanların da varlıkları yasallaştırılmıştır. Kısacası bu kısıtlama demokratik bir nitelikten çok,merkezi otoritenin sarsılmasının kağıt üzerine yansımasıdır. Zaten Padişah II. Mahmut, ilk fırsatta ayanların gücünü yok etmiş ve imzaladığı bu belgeyi geçersiz kılmıştır.

 

Fakat 1839 Tanzimat Fermanı, Türkiye’deki anayasal gelişmeler açısından önemli bir basamaktır. Tanzimat Fermanı bir anayasa olmamakla birlikte, anayasal bir yönetim için mücadele eden aydınların yetişmesine sağladığı katkı ile anayasal bir dönem için önemli bir adım olmuştur. 1876 Kanun-i  Esasi’sinin yürürlüğe girmesinde, batının demokratik ve liberal akımlarının etkisi altında kalan Tanzimat dönemi aydınlarının (Genç Osmanlılar) rolü büyüktür.

 

1876 Osmanlı Kanun-i Esasisi

 

İlk Osmanlı anayasası olan, Mithat Paşa başkanlığındaki bir komisyon tarafından hazırlanan Kanun-i Esasi,1875 tarihli Fransız anayasası ile 1831 tarihli Belçika anayasalarından esinlenerek oluşturulmuştur.

 

1876 anayasası ile şeklen de olsa  bir parlamento oluşturulmuştur. Ancak bu anayasa hükümdarın yetkilerini sınırlandırma ve iktidarın paylaşılması konusunda son derece yetersizdir. Çünkü yasamada son söz  meclise değil, padişaha aittir. Ayrıca yürütme  yetkisini elinde bulunduran hükümet, yine meclise değil, padişaha karşı sorumludur. Padişaha meclisi  istediği zaman dağıtma yetkisinin verilmesi de, bir başka sakıncalı hükümdür. Bu arada bir hukuk devleti için son derece kaygı verici bir madde olan 113. maddenin varlığı da, bir başka eksiklik olarak göze çarpmaktadır. Bu maddeye göre padişah istediği kişi veya kişileri herhangi bir yargı kararı olmaksızın yurt dışına sürgün edebilecektir. 1876 anayasasının çağdaş anayasalara göre geri olmasında rol oynayan hükümler bunlarla da sınırlı değildir. Anayasada temel hak ve özgürlükler çok sınırlı tutulduğu gibi, siyasi parti kurma ve siyasal faaliyetlerde bulunma ile ilgili herhangi bir düzenleme  de yapılmamıştır.

 

1876 anayasasının ilan edilmesinden kısa bir süre sonra 20 Mart  1877’de Osmanlı parlâmentosu (Meclis-i Mebusan = Ayan Meclisi + Heyet-i Mebusan) toplanmış ve çalışmalarına başlamıştır. Ancak 1877-78  Osmanlı-Rus Savaşı’nda uğranılan başarısızlığın faturasının  padişah ve hükümetine çıkarılması, parlamento ile II. Abdülhamit arasındaki ilişkileri gerginleştirmiştir. Bunun üzerine anayasanın kendisine verdiği yetkiyi kullanan II. Abdülhamit 14 Şubat 1878 tarihinde meclisi feshetmiştir. Aynı tarihte anayasa da rafa kaldırılmış, böylece I: Meşrutiyet dönemi sona ermiştir.

 

Olumsuz yönlerin yanı sıra, 1876 anayasasının ilanı ve meclisin açılması, daha sonraki dönemler için bir hazırlık ve deneyim dönemi olmuş, siyasal bilinçlenmeyi arttırmıştır.

 

Yaklaşık 30 yıl süren mutlakiyet rejimi 23 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyetin ilanı ile sona ermiş ve 1876 anayasası, üzerinde bazı değişiklikler yapılarak yeniden uygulanmaya konmuş, bir kez daha anayasalı monarşik rejime geçilmiştir.

 

1909 Tarihli Kanun-i Esasi

 

1876 anayasası üzerinde, 1909 yılında yapılan değişikliklerle oluşturulan anayasadır. Bu değişiklerle padişahın yetkileri sınırlandırılmış, yasamada son söz meclise bırakılmış ve bir anlamda parlamento hükümdara karşı güçlendirilmiştir. Kişi güvenliği açısından büyük sakınca yaratan 113. madde kaldırılmış, yürütme meclise karşı sorumlu hale getirilmiş, yurttaşlara siyasi parti kurma, siyasal faaliyetlerde bulunabilme ve toplantı yapma özgürlüğü sağlanmıştır.

 

1876 anayasası üzerinde 1909’da yapılan bu büyük değişiklerle, yasama  ve yürütme padişahtan koparak, ayrı ve demokratik organlar haline getirilmiş, kuvvetler ayrılığı gerçekleşmiştir. 1909 anayasa değişikliği parlamenter sistemi getirmiştir. 1909 anayasa değişikliği ile milli egemenlik ilkesi açıkça anayasada yer almamış, ancak anayasa değişikliğini ilan eden kararnamede “Hâkimiyet-i Milliye” prensibine yer verilmiştir. Bu nedenle 1909 anayasası milli hakimiyet prensibini telaffuz etmese bile bu ruh ile hazırlanmış bir anayasadır. Bu yönüyle de monarşinin kurum olarak oldukça yıpranması sağlanmıştır. Bu anayasa ve milli egemenlik kavramının ilk mayalandığı ortam olması açısından önem taşımaktadır.

 

Ordu mensuplarının aktif politikaya girmiş olmaları II. Meşrutiyetin olumsuz yönüdür. Çünkü bir süre sonra II. Meşrutiyetin mimarı sayılan İttihat e Terakki Cemiyeti yönetime tümüyle egemen olmuş ve rejim yarı askeri bir niteliğe bürünmüştür.

 

1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu

 

Bu anayasa, dağılan ve yok olmaya yüz tutan Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine, millet iradesine dayalı yeni bir Türk Devleti’nin kuruluşunu hukuki açıdan belgeleyen bir eserdir. Zamanın şartlarına göre yapılmış, kısa bir geçiş dönemi anayasası niteliğindedir.

 

Önceleri 5 Eylül 1920’de kabul edilen Nisab-ı Müzakere Kanunu ile çalışmalarını sürdüren ve kararlar alan TBMM, 20 Ocak 1921’de kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile anayasal bir çizgiye çekilmiştir. 1921 anayasasının ilk maddesinde, “Egemenliğin Kayıtsız Şartsız Millete Ait Olduğu” ifade edilmiştir. Böylece Türk tarihinde ilk kez milli egemenlik ilkesi somut olarak ortaya konulmuş ve padişahın iradesi yerine, millet iradesi geçmiştir. 23 Esas, 1 ek maddeden oluşan bu anayasa olağanüstü şartlardan dolayı kuvvetler birliği ilkesini benimsemiş ve yasama ile yürütmenin TBMM’nin içinden çıkacağı hükmünü kabul etmiştir. TBMM bu anayasadan aldığı yetki ile hem yasama, hem de yürütme gücünü kullanmış, böylece olağan üstü bir dönemin gerektirdiği ölçüde hızlı karar alma ve uygulama imkanını bulmuştur. Yasama ve yürütme gücünün TBMM’nde toplanmış olması, Bakanların meclis tarafından seçilmeleri, meclisin bakanları her zaman değiştirebilmesi, buna karşılık Bakanlar Kurulu’nun meclise karşı kullanabileceği bir silahının olmaması ve bir devlet başkanlığı makamının bulunmaması yönleriyle “Meclis Hükümeti” sistemi, ilk kez bu anayasa ile Türkiye’de uygulanmıştır.

 

Bütün bunlara karşın saltanat makamına karşı olumsuz herhangi somut bir hükme bu anayasada yer verilmemiştir.Ayrıca aynı dönemde Osmanlı Kanun-i Esasisi’nin yürürlükte olması, çift anayasalı bir dönemin yaşanmasına yol açmıştır.Osmanlı anayasasının, 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile çelişmeyen hükümlerinin varlığı inkar edilmemiştir.Ayrıntılı bir şekilde hazırlanmayan bu anayasada hak ve özgürlükler gibi temel konuların düzenlenmemiş olması da, Osmanlı anayasasının yürürlükte olmasına bağlanabilir.

 

1921  Anayasası Üzerinde Yapılan Değişiklikler

 

  • 1921 anayasası üzerinde 29 Ekim 1923’de yapılan en önemli değişiklik,”Cumhuriyet” sözcüğünün anayasada telaffuz edilmesidir.
  • 1923’deki anayasa değişikliği ile Meclis Hükümeti Sistemi terkedilmiş, Kabine Sistemine geçilmiştir.
  • 1923’de yapılan bir diğer değişiklik ise, “Türk Devleti’nin Resmi Dilinin Türkçe”, “Dininin de İslam Dini” olduğu maddesine anayasada yer verilmesidir.

 

1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu

 

Milli Mücadele’nin kazanılmasının ve saltanatın kaldırılmasının ardından Osmanlı Kanun-i Esasi’si de resmen yürürlükten kalkmış ve sadece 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu en üst yasa olarak varlığını sürdürür hale gelmiştir.Ancak  cumhuriyetin ilan edilmesi ve halifeliğin kaldırılması gibi köklü düzenlemeler karşısında 1921 anayasası da ihtiyaçları karşılamaktan uzaklaşmış ve tartışılır hale gelmiştir.Yeni bir anayasa için yapılan hazırlıkların tamamlanmasından sonra 20 Nisan 1924’de yeni Teşkilat-ı Esasiye Kanunu yürürlüğe girmiştir.

1924 anayasasında cumhuriyet rejiminin vazgeçilmezliği üzerinde özellikle durulmuş ve kuvvetler birliği ilkesi 1921 anayasasındaki  kadar katı olmamakla birlikte korunmuştur. 1921 anayasasında olduğu gibi bu anayasada da,egemenliğin kayıtsız, şartsız millete ait olduğu, millet adına egemenliği kullanacak tek gücün TBMM olduğu açıkça vurgulanmıştır. 1924 anayasasında, Fransız İhtilali’nden sonra ortaya çıkan özgürlük anlayışı benimsenirken, bu özgürlüklerin kısıtlanmasının da ancak kanunla yapılabileceği hükmüne yer verilmiştir.Ancak bu sınırlamanın ölçüsünün açık bir biçimde ifade edilmemesi, iktidarın bu alanda geniş yetkiler elde etmesine ve sonraki yıllarda ciddi tartışmaların doğmasına yol açmıştır.

1921 anayasasında yer almayan, ancak 1924’de düzenlenen bir başka konu ise anayasanın nasıl değiştirileceği konusunun hükme bağlanmasıdır. Buna göre 1/3 üyenin değişiklik teklifi sonunda oylamaya geçilebileceği, 2/3 üyenin kabul oyu vermesiyle de anayasanın ilgili hükmünün değiştirilebileceği hükme bağlanmıştır.

1924 anayasası yargı yetkisini bağımsız mahkemelere bırakmıştır.Bu anayasa parlamento tarafından hazırlanmış ve kabul edilmiş olduğu için, Türkiye’nin en sivil ve olağan şartlarda hazırlanmış anayasası durumundadır.1924 anayasası doğrudan doğruya Kurtuluş Savaşı ve onun iktidara taşıdığı güçlerin eseridir.Ancak bu olumlu yanlarının yanısıra  1924 anayasası, siyasi partilerin durumu  ve faaliyetleri açısından boşluklarla dolu olduğu için, çok partili siyasi hayata geçilen dönemde sıkıntı yaratmıştır.Ayrıca bu anayasada kanunların anayasaya uygunluğu denetleyecek bir denetim mekanizması da yoktur.Anayasa meclisteki iktidar partisi çoğunluğunca kolaylıkla değiştirilebilmiştir.

 

1924  Anayasası Üzerinde Yapılan Değişiklikler

 

  • 10 Nisan 1928’de Yapılan Değişiklikler :

A) _ 2. Maddede yer alan “Türkiye Devleti’nin Dini İslâm’dır” maddesinin anayasadan çıkartılması.

B) _ 16. ve 38. maddedeki “Vallahi” kelimesinin anayasadan çıkartılması ve yerine “Namusum üzerine söz veririm” ifadesinin konulması.

C) _ 26. maddedeki “Ahkâm-ı Şer’i yenin Tenfizi” sözünün anayasadan çıkartılması.

Bu değişikliklerin amacı, devleti dinin etkisinden kurtarmaktır.

  • 5 Aralık 1934’de, 10. ve 11. maddelerde yapılan değişiklikle, kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmiş, 18 olan seçmen yaşı 22’ye çıkarılmıştır.
  • 5 Şubat 1937’de 6 Atatürk ilkesi anayasaya konulmuştur.

 

1961 Anayasası

 

1924 anayasası, 1960 yılına kadar varlığını sürdürmekle birlikte, 1945  II.Dünya savaşı sonrasında ortaya çıkan siyasal ve toplumsal gelişmeler karşısında sorunları çözmekte yetersiz kalmıştır.Her ne kadar Fransız İhtilali’nin saçtığı evrensel nitelikli hak ve özgürlüklere yer vermişse de, bu anayasanın II. Dünya savaşı sonrasında gündeme gelen ve yayılmaya başlayan insan hakları konusundaki yeni gelişmeleri kapsamaması bu yetersizliğin en önemli nedenidir.

 

Ayrıca özgürlüklerin sınırlandırılması konusunda anayasanın iktidara geniş yetkiler tanımış olması, anayasaya aykırı olarak çıkarılan kanunların iptal edilmesini sağlayacak bağımsız bir üst yargının bulunmaması, bir başka ifade ile yasama organının işlemlerinin yargısal denetime tabi tutulması konusunda çağdaş düzenlemelerin yapılmamış olması, özellikle Demokrat Parti döneminde ciddi siyasal krizlere yol açmıştır.Sonuçta sistemin tıkanması ve siyasi kaos 27 Mayıs 1960’da Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yönetime el koymasına neden olmuştur.27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi ile 1924 anayasası geçersiz sayılmış ve parlamento feshedilmiştir.Yeni bir anayasanın hazırlanması için Millî Birlik Komitesi ve Temsilciler Meclisi’nden oluşan iki kanatlı bir kurucu meclis oluşturulmuştur. Temsilciler Meclisi tarafından hazırlanan anayasaya Millî Birlik Komitesi tarafından son şekli verilmiş ve anayasa 9 Temmuz 1961’de halk oyuna sunularak kabul edilmiş, 20 Temmuz 1961’de  de  yürürlüğe girmiştir.

 

Halk oyuyla kabul edilerek yürürlüğe giren ilk Türk  anayasası olan  1961 anayasası, o tarihe kadar hazırlanan Türk anayasalarının en uzunudur.1961 anayasası ile de, cumhuriyetin  vazgeçilmezliği ve egemenliğin millete ait olduğu hükmü vurgulanmıştır. 1961 anayasası ile yasama organ durumundaki TBMM iki kanatlı hale getirilmiştir.Bunlar Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu’dur.Seçimle belirlenen üyelerden oluşan Millet Meclisi’nin yetkileri daha geniştir.Cumhuriyet Senatosu ise seçimle gelen üyelerin yanı sıra, cumhurbaşkanının atamaları,Millî Birlik Kurulu üyeleri ve eski cumhurbaşkanlarının doğal üye olarak katılımlarıyla oluşmaktadır.

1961 anayasası ile yargı her açıdan bağımsız hale getirilmiş ve yargıç güvencesi sağlanmıştır.TBMM’nin çıkardığı yasaların anayasaya uygun olup olmadığını denetlemekle görevli Anayasa Mahkemesi , ilk kez tam olarak sendikalaşma, grev ve toplu sözleşme hakkı bu anayasa ile getirilmiştir.Başta üniversiteler ve TRT olmak üzere çeşitli kurumların özerkleştirilmesi yoluna gidilmiştir.

 

1961 anayasasının sosyalleştirici bir rolü vardır.İlk kez bu anayasa ile toplumda anayasa kültürü doğmuştur.1961 anayasasının diğer bir rolü ise siyasileştirici etkisinin olmasıdır.Halkın siyaset sahnesine aktif bir unsur olarak girmesi ve katılımcı demokrasinin gelişmesinde 1961 anayasasının rolü büyüktür.

 

T.Cumhuriyeti’nin en özgürlükçü anayasası olarak  değerlendirilen 1961 anayasası,1965 yılından sonra ortaya çıkan sosyal,toplumsal ve ekonomik sorunlar karşısında tartışılır hale gelmiştir.Bunun nedeni kimilerine göre hak ve özgürlüklerin çok geniş tutulması, kimilerine göre de bu hak ve özgürlüklerden dolayı gelişen muhalefete tahammül edilemeyişidir.Nedeni ne olursa olsun Türkiye 1970’li yılların başında yeniden ciddi bir anayasal bunalıma girmiş ve 12 Mart 1971 Askerî Muhtırası sonrasında anayasada ilk önemli değişiklikler gerçekleştirilmiştir.Bu değişikliklerle üniversiteler ve TRT’nin özerkliğinde sınırlama yapılmış,hak ve özgürlüklerle yargının durumu yeniden düzenlenmiştir. Ancak bu değişikliklere rağmen, sorunlar artarak devam etmiş ve ülkedeki siyasal ve ekonomik bunalım aşılamamıştır.Sonuçta 12 Eylül 1980’de yine bir askerî müdahale ile parlamenter rejime son verilmiş ve yeni bir dönem başlamıştır.

 

1982 Anayasası

12 Eylül 1980 askerî müdahalesi ile 1961 anayasası yürürlükten kaldırılarak, parlamento feshedilmiş, siyasal partiler kapatılmıştır.Bu askerî müdahale sonrasında da yeni bir Kurucu Meclis oluşturulmuştur. Millî Güvenlik Konseyi ve Danışma Meclisi olmak üzere iki kanatlı bir şekilde oluşturulan bu Kurucu Meclis, anayasal ve yasal bir çatı oluşturmak, yeni bir anayasa hazırlamak ve TBMM açılana kadar yasama görevini yapmak gayesine yönelik olarak kurulmuştur.

 

Danışma Meclisi tarafından kabul edilen ve Millî Güvenlik Konseyi’nce son şekli verilen anayasa,7 Kasım 1982’de halkoyuna sunularak ,% 92 kabul oyu ile yürürlüğe girmiştir.

Cumhuriyetin vazgeçilmezliğinin ve millî egemenliğin bir kez daha vurgulandığı 1982 anayasasında, Türk Devleti demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olarak nitelendirilmiştir.1961 anayasasının başlangıç kısmında yer alan “Türk Milliyetçiliği” deyimi tartışmalara yol açtığı için, 1982 anayasasında “Atatürk Milliyetçiliği”ne bağlılığın devletin temel nitelikleri arasında gösterilmesi önemli bir yenilik olarak göze çarpmaktadır.

Yasama organı yeniden düzenlenerek 1961 anayasasıyla kurulan Cumhuriyet Senatosu kaldırılmış ve yeniden tek meclisli sisteme dönülmüştür.

 

Yürütme konusunda ise 1961 anayasasındaki sistem aynen korunmuş olmakla birlikte,bir farklılık olarak cumhurbaşkanının meclisi feshetme yetkisi biraz daha genişletilmiştir.Buna göre 45 gün içinde bir hükümet kurulamaz veya güvenoyu alamazsa, cumhurbaşkanı meclisi dağıtıp, ülkeyi seçime götürebilecektir.

 

Temel hak ve özgürlükler ise 1961 anayasasında olduğu gibi geniş ve kapsamlı bir şekilde düzenlenmiş olmakla birlikte, kısıtlayıcı bir anlayış benimsenmiştir.

 

Din derslerinin ilk ve orta öğretimde okutulacak zorunlu ders kapsamına alınması, 1982 anayasasının en çok tartışılan yönlerinden birisini oluşturmuştur.

 

Türk toplumu 1876’da günümüze kadar beş farklı anayasa ile yönetilmiştir. Günümüzde anayasa tartışmalarının hala devam ettiği düşünülürse, anayasadan kaynaklanan sorunların çözüme kavuşturulduğunu söyleyebilmek mümkün değildir. 1924 anayasası dışında kalan (1876-1921-1961-1982) diğer dört anayasa, olağanüstü dönemlerin ürünü olarak, yine olağanüstü şartlarda oluşturulan kurullar yada kurucu meclisler tarafından acele ile hazırlanmıştır. Dolayısıyla olağanüstü dönemlerin etkisini yitirmesi ile mevcut anayasanın da yetersizliği de ortaya çıkmıştır. Türkiye’de bütün kesimlerin uzlaşmasıyla hazırlanacak sivil bir anayasa ile devlet-birey, devlet-toplum, toplum-birey, birey-birey ilişkilerinin sağlıklı bir temel üzerine oturtulması sağlanabilir.

 

 


Mustafa Kemal Atatürk Dönemi Yapılan Devrimler ve Yenilikler | izlesene.com

Eğitim ve Kültür Alanında Yapılan İnkılâplar

 

Eğitim; bir insanın davranışında kendi yaşantısı yoluyla istediği değişmeyi meydana getirme sürecidir. Eğitim, genellikle örgün eğitim şeklinde algılanarak, okullarda yapılan öğretim faaliyetlerini ifade etmektedir. Bu anlamda devlet tarafından yürütülen bir hizmet olarak karşımıza çıkmaktadır.

 

Kültür; ise bir milletin sahip olduğu maddi ve manevi değerlerin bütünüdür.Kültürel alanda zenginlik, milletin ve aynı zamanda devletin güçlülüğünün ifadesi olarak kabul edilmektedir.

 

Eğitim ve Kültür günümüzde iç içe geçmiş vaziyette toplumun bilgili, dinamik ve problemleri çözebilen bir yapıda olmasını sağlar. Her devlet kendi milletinin varoluş felsefesi doğrultusunda bir eğitim ve kültür politikası belirleyerek uygular. Bu çerçevede T.C. de yeni eğitim ve kültür politikaları benimseyerek, bunları uygulamak amacıyla eğitim ve kültür alanında bazı inkılâplar yapmıştır.

 

1.Eğitim Alanında Yapılan İnkılâplar

a)Tevhid-i Tedrisât (Eğitim ve Öğretimin Birleştirilmesi) Kanunu

 

Osmanlı Devleti’nde Selçuklulardan devralınan geleneksel eğitim sistemiyle, 18.y.y. sonlarından itibaren Avrupa’dan esinlenerek kurulan, Batılı sistemde eğitim veren yeni okulların yer aldığı bir eğitim sistemi mevcuttu.Müfredat programları ve kuruluş amaçları birbirinden farklı olan medreseler ile, Avrupa tipinde kurulmuş olan okullardan mezun olan insanlar,  birbirinden oldukça değişik, hatta zıt dünya görüşlerine sahip oluyorlardı.Devlete bağlı okullardan iki farklı tip insan yetişirken, azınlıkların, yabancı devletlerin ve misyonerlerin sayıları her gün artan okulları da durumu daha karmaşık hale getiriyordu. Bu karışıklık sonucu zamanla ortaya çıkan mektepli-medreseli ayrımı, aydınlar arsında bölünmelere yol açarken, toplumun ilerlemesine de engel oluşturuyordu.

 

M. Kemal daha Millî  Mücadele yıllarında yaptığı bir konuşmasında, mektepli-medreseli çekişmesinin sona erdirilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Yine O, 16 Temmuz 1921’de Ankara’da Maarif  Kongresini açarken yaptığı konuşmada, “millî kültürün önemi ve gerekliliğinden bahsederken, toplumun eğitim ve kültür konularındaki bölünmüşlüğünün ortadan kaldırılması” hususuna dikkatleri çekmiştir. M. Kemal, 1 Mart 1922’de , T.B.M.M.’nin üçüncü toplanma yılını açış konuşmasında da yine bu konuya değinmiş ve eğitim ve öğretim alanında köklü yeniliklerin yapılması gereğinden bahsetmiştir.

 

M. Kemal bu denli önem verdiği eğitim konusunda, yapılacak yeniliklerin geciktirilmesinin, topluma büyük zarar vereceği endişesini taşımaktadır. Bu nedenle de O, bu konuda yapılacak olan işleri önceden plânlamıştır. Bu plân çerçevesinde zamanın Millî Eğitim Bakanı Vasıf Bey ve elli arkadaşı tarafından hazırlanan Tevhid-i Tedrisat (Eğitim ve Öğretimin Birleştirilmesi) hakkında bir önerge, T.B.M.M.’ne sunulmuştur. Bu önerge 3 Mart 1924’de T.B.M.M. Genel Kurul’un da kabul edilerek, eğitim ve öğretim alanında birlik sağlanmıştır. Medreseleri kaldıran, bütün eğitim ve öğretim kurumlarını tek bir çatı altında toplayan ve eğitimimize millilik vasfı kazandıran bu kanun ile. Eğitimde yanlış uygulamalara ve batıl fikirlere yer verilmeyeceği de vurgulanmıştır.

 

Eğitim ve öğretim alanında bir başka değişiklik de 2 Mart 1926 tarihinde kabul edilen Maarif Teşkilâtı Hakkındaki Kanun ile gerçekleştirilmiştir. Bu kanunla laik eğitime uygun bir anlayışla, ilk ve orta öğretimin esasları belirlenerek,eğitim hizmetleri modern hale getirilmiş, yeni okulların açılabilmesi devletin iznine bağlı hale getirilmiştir.

 

Tevhid-i Tedrisat Kanunu, 1982 anayasasının, 174. maddesinde belirtilen, İnkılâp kanunlarının korunması   kapsamındadır.

 

b)Lâtin Harflerinin Kabulü (Harf İnkılâbı)

 

Müslümanlığı kabul etmeden önce Göktürk ve Uygur alfabelerini kullanmış olan Türkler, İslâmiyet’i  kabul etmelerinden sonra Arap alfabesini kullanmaya başlamışlardır.Bu çerçevede diğer Müslüman Türk Devletleri gibi Osmanlı Devleti’nde  de Arap alfabesi kullanılmıştır. Ancak 19. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı Devleti’nde bu alfabenin değiştirilmesi ya da ıslah edilmesi şeklinde tartışmalar başlamıştır.

 

Aslında Arap harfleriyle Türkçe’yi okumak ve yazmak daima sorun yaratmıştır. Çünkü Arap harfleri, Arap fonetiğine uygun olarak hazırlanmış olduğundan, Türk diline uymaktan uzak kalmıştır. Bu nedenle Türk ağzı ile bu harfleri hakkını vererek telaffuz etmek çok zor olmuştur.

 

T.C.’nin kurulmasından sonra, Arap alfabesinin bu durumu göz önünde bulundurularak, bazı aydınlar arasında bu harflerin Türkçe’nin yapısına uymadığı görüşü ağırlık kazanmıştır. Ülkede o yıllarda okur-yazar oranı oldukça düşük idi.Batı medeniyetine ulaşmada Lâtin alfabesine intibak etmek önemli bir sürat sağlayacaktı. Halkı büyük ölçüde okur-yazar yapmayı hedefleyen genç cumhuriyette, bu alfabenin değiştirilmesi konusunda bir tartışmanın başlatılmasına sebep olmuştur.

 

Bu tartışmalar sürerken, 1925’de takvim ve rakamların değiştirilmesi, alfabenin de değiştirilebileceği kanaatini güçlendirmiştir. Buna bağlı olarak 1926’da Bakanlar Kurulu tarafından “Dil Encümeni” adıyla, dil uzmanlarından oluşan bir çalışma grubu kurulmuştur.Alfabenin değiştirilmesi ve yeni Türk alfabesinin hazırlanması ile ilgili çalışmalar yapmak üzere kurulan bu grup, Latin harflerinin Türkçe’nin yapısına uyacağı düşüncesiyle, bu harfleri kullanan bir çok alfabeyi incelemeye başlamıştır. Dil Encümeni’nin çalışmaları sürerken, Türkiye’de  1927 yılından itibaren doktor reçetelerinin Lâtin harfleriyle yazılması uygun görülmüş ve bu durum alfabe konusundaki tartışmaları tırmandırmıştır.

 

Dil Encümeni 26 Haziran 1928’de Ankara’da yaptığı bir toplantıda, 1926’dan itibaren yaptığı çalışmaları değerlendirmiş, alfabe değişikliği ile ilgili olarak neler yapılması gerektiği ve nasıl bir yol izlenmesi lâzım geldiği hususlarının yer aldığı “Elifba Raporu” adıyla bir rapor hazırlamıştır. Bu raporu inceleyen M.  Kemal, “güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz” diyerek, alfabenin değiştirileceği konusunda ilk haberi vermiştir.Çalışmalar hızlandırılarak, 1 Kasım 1928 tarihinde Meclise, yeni Türk alfabesinin kabulü hakkında bir önerge verilmiştir. Bu önerge aynı gün, “Türk Harflerinin Kabul ve Uygulanması Hakkında Kanun” adıyla kabul edilmiştir.

 

3 Kasım 1928’de yürürlüğe giren 1353 sayılı bu kanunla, 1 Ocak 1929’dan itibaren Türkçe basılacak kitapların, Türk alfabesi ile basılması ve devlet dairelerinin 1 Ocak 1929’dan itibaren yeni harflerle muameleleri gerçekleştirmeleri mecburiyeti getirilmiştir. Bu kanunla bütün yurtta eğitim ve öğretim seferberliği başlatılmıştır. M. Kemal bazı yerlerde bizzat dersler ermiş ve halka yeni harfleri öğretmek noktasında “başöğretmenlik yapmıştır.1 Ocak 1929’da “Millet Mektepleri” açılarak, halkın okuma-yazma öğrenmesi temin edilmeye çalışılmıştır.

2.Kültür Alanında Yapılan İnkılâplar

 

a)Türk Tarihi Alanında Yapılan Çalışmalar

 

Tarih; geçmiş toplumların yaşayışlarını, birbirleriyle olan ilişkilerini yer ve zaman göstererek, sebep-sonuç ilişkisi çerçevesinde inceleyen bilim dalıdır.Tarihten faydalanmak, geçmişte yapılan hataları tekrarlamamak milletleri güçlü kılar. Bu sebeple milletlerin hayatında tarihin ayrı ve özel bir yeri olması gerekir.

 

Tarihi zengin olan bir millet, aynı zamanda güçlü bir millettir. Bir milletin güçlü olması, geçmişe ait manevi mirasına sahip çıkmasıyla mümkündür.Bu nedenle bu tür zenginliklerin günümüze aktarılabilmesi için tarihe ihtiyaç vardır.

 

Osmanlı Devleti döneminde gerek tarih araştırmacılığı, gerekse tarih öğretimi konusunda arzu edilen seviyeye gelinmediği bilinmektedir. Eğitim alanındaki ikili anlayış, tarihe de etki etmiş, medreseler genellikle İslâm tarihi ile ilgilenirken, diğer okullar da Osmanlı tarihi ile ilgilenmişlerdir.

 

Cumhuriyetin ilk yıllarında bu eksikliği fark eden  M. Kemal,”Tarih bir milletin neler başarmaya muktedir olduğunu gösteren en doğru kılavuzdur” diyerek, tarihin bir millet için önemini işaret etmiştir. O, tarihin toplum üzerindeki gücünü gözönünde bulundurarak,  bu alanda ciddi bir çalışmanın yapılmasını ve Türk tarihinin yeniden yazılmasını istemiştir.Atatürk bu konuda takip edilecek yolu, “Tarih yazmak, yapmak kadar önemlidir.Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir nitelik alır” diyerek ortaya koymuştur. Ayrıca Atatürk millî bir bakış açısıyla ele alınmış bir tarih anlayışı kazandırılması görüşündeydi.Atatürk’ün istediği manada millî tarih çalışmalarının sürdürülmesi ve Türk Milletinin bir millî tarihe sahip olabilmesi için ortaya koyduğu en önemli görüş ise şüphesiz Türk Tarih Tezi’dir. Bu tez ile Türk tarihinin sadece Selçuklu ve Osmanlı tarihlerinden ibaret olmadığı vurgulanarak, Türklerin İslâmiyet öncesinde de geçmişleri bulunduğu ve bunun da araştırılması gereği ortaya konmuştur.Bütün bu hedefleri gerçekleştirmek gayesiyle 1930’da Türk Ocaklarına bağlı, Türk Tarihi Tetkik Heyeti adıyla bir encümen kurulmuştur. 1931’de Türk Ocakları’nın kapanması üzerine, Türk tarihi ile ilgili çalışmalara ara verilmemesi için Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti (Türk Tarih Kurumu) kurulmuştur.

 

1932 Türk Tarih Kongresi’nde Atatürk’ün ortaya attığı Türk Tarih Tezi tartışılmış ve kabul edilmiştir.1935’de Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi kurularak, Türk Tarihinin ilmî açıdan incelenmesine öncülük edecek bir kurum hizmete girmiştir.

 

b)Türk Dili Alanında Çalışmalar, Türk Dil Kurumu’nun Kurulması

 

Dil, insanlar arasında iletişimi sağlayan en önemli araçtır.Dil ayrıca bir milletin sahip olduğu tüm maddi ve manevi değerlerin,sonraki nesillere aktarılmasını da sağlar.

 

Dilin milletlerin uzun hayatlarında çeşitli zamanlarda değişikliklere uğradığı bir gerçektir. Türk dili de tarih boyunca büyük değişiklikler geçirmiştir.Osmanlı Devleti’nde Türkçe, Arapça, Farsça kelimelerin ağırlık kazandığı Osmanlıca denilen bir Türkçe’nin kullanıldığını görmekteyiz. Edebiyatta ve devlet hayatında kullanılan bu dilin yanında, Osmanlı’da halkın kullandığı sade dil, ülkede sanki iki dil varmış izlenimini uyandırmıştır. Osmanlı Devleti’nin son devirlerinde oldukça dikkati çeken bu çarpıklık, Tanzimat döneminden itibaren dil konusunda yeni arayışlara gidilmesine ve bu konuda araştırmalar yapılmasına yol açmıştır.Bu arayış 20.yüzyıl başlarına gelindiğinde Türkçe’nin yabancı kelimelerden arındırılması şeklini almıştır.

 

Harf inkılâbının olumlu sonuçları görüldükten sonra Atatürk, 1932 yılında “Türk dilinin kendi benliğine, aslındaki güzellik ve zenginliğe kavuşmasını isteriz diyerek, dil konusunda yapılacak çalışmaları haber vermiştir. 1932’de bu gaye ile Türkçe’nin geliştirilmesini sağlamak üzere faaliyet yapacak Türk Dili Tetkik Cemiyeti (Türk Dil Kurumu) kurulmuştur.Bu kurumun çalışmaları ile konuşma dili ile yazı dili arasındaki fark ortadan kaldırılmıştır.

Top