Tarih Konuları İle İlgili İncelemeler

Çanakkale Savaşı ;Tarihin içerisindeki yaprak!

Sevgili öğrenciler !Yıllar önce sizin gibi okul sıralarındayken , öğretmenimizin Çanakkale Savaşını bize anlatışını hatırlıyorum...
-Çocuklar demişti; o topraklar kan ile sulanmıştır.O yüzden kıpkırmızıdır!
Bıyık altından gülmüştüm öğretmenime ... Tamam Çanakkalede zafer kazanmıştık ;doğruydu doğruydu doğru olmasına ama kandan toprak olurmuydu?
Yıllar sonra cok yanıldığımı anladım (utandım)...Kandan toprak olmuştu.
...
Tarih öğretmeni idim.Çanakkaleyi görmem gerekirdi.Gözümde canlandırdığım ise sadece bir anıt mezardı.Ama orada”vatan uğruna” denilen kelimenin anlamını kavradım.
Vatanın kutsallığını duyumsadım ,vatan sevgisini yüreğimle kucakladım.
Gerçek : Anıt mezar değildi. Toprağın kendisi anıt, herkarışı mezar, Tüm yarımada şehit kanlarından oluşmuştu.
Gelibolu yarımadasını gezer abideleri ziyaret ederken; hiçbir yapının olmadığı ,sıradan bitki örtüsünün buunduğu yerlerde dolaştığımda ayağıma ufak tefek madeni parçalar takıldı. Bunların küçük şarapnel parçaları olduğunu gördüm. Merak bu ya , toprağı eşelediğimde ilkbaharda açıveren tohumlar gibi yer yer görünen kemiklere de rastladım.Öğretmenimizin dediği doğruydu. Bu toprak kandı,kemikti,
İrindi... Vatanımız bu günlere hiç de kolay gelmemişti.
...
Bu milletin;onurlu, vatanını seven ,eğitimli gençleri Çanakkale’de şehit oldu.
Gidenlerin hiçbirisi dönmedi.Hepside 9. sınıf öğrencisi idi.İstanbullular 9. sınıfta gelmiş bütün okuyan evlatlarını şehit verdiler.Anaların dediği gibi memlekette aydın mı kaldı?A oğul!Pınarlar kurudu pınarlar...
Okullarda öğrenci seçilirken, önde oturanlar kendilerinin askere alınması için,bulundukları yerde dik durmaya ya da ayaklarının ucuna basarak uzun boylu gözükmeye çalışıyorlardı.Binbaşı bu öğrencilere acı acı gülümseyerek sırtlarını okşayıp topladığı küçükler ile Çanakkaleye gitti... 3 ay sonra kendilerinden hiç haber alınamadı...

Onlar ölmeleri gereken yerde en ufak bir tereddüt göstermeden –gülümseyerek –ölüme gittiler.Onlar ana kucaklarını ,baba ocaklarını bizim için feda ederek dönmemecesine uzak diyarlara yol aldılar.Onlar –yeni cumhuriyete –etten kemikten bedenlerinden yıkılmaz bir temel yaptılar..Onlar denize döktüğü yaralı askerler ölümü beklerken onların yaralarını sardılar .Sadece kahraman değil,zafer gecesinin anılarına “Zaferden sonra neşemizi düşman askerlerinin acısına hürmeten göstermedik”diye yazabilecek kadar
Yüce insanlardı..
Kendilerini öldürmeye gelenlere bile kucaklarını açıp,yaralarını sararak dünyaya insanlık dersi verdiler.
Ey tüm insanlar işitin!
Burası Çanakkale .Burası İnsanlığın Savaşı Yendiği yerdir!Örnek alalım!
...
Sevgili öğrenciler
Atamızın belirttiği gibi;” Siz,vatan için milleti için ,namusu için canını ortaya koyan bu insanlar böyle insanlari bu kadar mı?Tanıyorsunuz!Eğer siz onları tanımazsanız geleceğinizi göremezsiniz hedeflerinizi bilemezsiniz.”
Orada Çanakkale’de işittiğim ses şuydu.”Kim ölü duymuyormusunuz yüreğimizin atışını?”
Bize sahip çıkın !
Çanakkaleye; Şehitlerimize; Geleceginize sahip çıkın! Uzak diyarlardaki anaların harbe gelen evlatları bu toprakların bağrındadır.Topraklarımıza , Dünya barışına sahip çıkın.


18-03-2007
Ş.Seda ERDOĞAN
Sosyal Bilgiler dersi öğret.
Asya milletlerini ilk kez avucunda toplayan büyük hükümdar. Çin Seddi'ni ilk aşan Hun soyunun büyük Hakan'ı...Babasından bile gelse adaletsizliği kabul etmeyen Han Yabgu'su... Büyük Okyanus'tan Hazer’e Keşmir'den Kuzey Sibirya'ya kadar Asya'yı kaplayan toprakları avucunda tutan adam: Mete Han.

Osmanlı tarihçileri kendisini Oğuz Han olarak tanıtırlar. Osmanlıların da kökeni olan Oğuz boyu birçok imparatorluğa ve cihangire kaynaklık etmiştir. Oğuz boyundan gelen Mete Han'ın doğduğu tarih belli değildir. M.Ö. 209'da tahta çıktığı bilinir. 35 yıl Asya'ya hükmettikten sonra M.Ö. 174'de ölmüştür.

Babası Hun imparatorluğunun kucusu Teoman (Tuman)'dı. Teoman Han son karısından olan oğlunu tahta geçirmek istiyordu. Oysa Hanlığın beyleri ve Mete buna razı değildiler. Böyle bir tercih hem törelere uygun düşmüyor hem en yeteneklinin başa geçmesi faziletine gölge düşürüyordu. Mete Han babasının veliahtlık kararını reddetti. Kendisini destekleyen beylerle birlikte 10.000 kişilik bir ordu kurdu ve babasının üzerine yürüdü. Kanlı savaşlarda Teoman Bey de sevdiği karısı da genç veliaht da öldüler. Böylece rakipsiz olarak Mete Han ilan edildi. (M.Ö.209)

ÖNCE BÜTÜN TÜRKLERİN BİRLEŞMESİNİ SAĞLADI

Mete "Birlikten kuvvet doğar" felsefesine inanmıştı. Onun için Asya'daki bütün Türklerin birleşmesi gerekti. Önce bunu sağladı. Sonra Türklerin yakın akrabası sayılan Tunguzlar'ı ve Moğollar'ı bir araya getirdi. Böylece o çağda hiç bir devletin önünde duramayacağı büyük bir ordu kurmuştu. Güneyde Hindistan'a kadar bütün Asya topraklarını imparatorluğuna kattı. Batıda Hazer Denizi'ni sınırları içine aldı. Kuzeyde bütün Sibirya'yı ele geçirdi. Artık Mete'nin karşısında bir tek güç kalmıştı: Çin.

Çin Çin Şeddi diye anılan aşılmaz bir taş duvarla korunuyordu. Mete orduları bu taş duvarı aştılar ve Çin'e girdiler. Pateng Kalesi'nde Çin İmparatoru'nu 320.000 kişilik ordusu ile kuşattı. Mete'nin askerleri kaleye kuş uçurtmuyorlardı. Sonunda kaledekilerin yiyecekleri tükendi. Bugün bile Çinli ihtiyarların söyleyip kuşaktan kuşağa aktardıkları şu şarkı o zamanlar söylenmişti:

Pateng Kalesi'nde Felaket!

İnsanlar Yedigün ekmeksiz

Kalmadı yay çekecek kuvvet

Öyle bir halkı düşünemezsiniz.

Bu ünlü kuşatmanın kaç gün sürdüğü iyice bilinmiyor. Fakat imparator sonunda amana geldi. Kuzeydeki Çin vilayetlerini Türklere bırakmaya ve yıllık vergiye bağlanmaya razı oldu. Kuşatma kaldırıldı.

HUN İMPARATORLUĞU

EN UZUN YAŞAYAN TÜRK İMPARATORLUĞUDUR

Mete'nin kurduğu Hun İmparatorluğu Osmanoğulları'nın kurduğu imparatorluktan sonra en uzun yaşayan Türk imparatorluğudur. Batılı tarihçiler Hunları çirkin vahşi canavar gibi gösterirler. Bu kesinlikle doğru değildir. Dünyanın hiçbir döneminde uygar olmayan milletler uygar milletleri hakimiyetleri altında tutamamışlardır. Eğer Hunlar Batılıların iddia ettikleri gibi çadır uygarlığını yaşayan göçebe bir topluluk olsaydı 500 yıl yaşayamaz dünyayı avucunda tutamazdı. Saraylarını tahtadan yapmaları bir Asya geleneği idi. Çinliler de o tarihlerde saraylarını tahtadan yapıyorlar ve taş kullanmayı uygarlık saymıyorlardı.

Mete'nin babası Teoman sağlığında imparatorluğunu çocukları arasında bölüştürdü. Böylece Büyük Hun İmparatorluğu Asya Hunları Volga Hunları Avrupa Hunları ve Hindistan Hunları olmak üzere dörde bölünmüştür. Batı'da Antik devri kapatan Attila Avrupa Hunları'nın başında idi. Hindistan Hunları 6. yüzyıla kadar egemenliklerini kendi bölgelerinde sürdürdüler.

Yirminci yüzyılda yapılan araştırmalar Hunların uygar bir millet ve devlet olduğunu kesin çizgileri ile ortaya koymuştur. Edebiyatları mimarileri vardı ve çeşitli tekniği biliyorlar ve kullanıyorlardı. Orta Asya'ya yerleşik bir toplumdu. Toprağı sürüyorlar ekiyorlarürün alıyorlardı.Tahtadan evleri vardı. Hayvanları için ahır yapmasını biliyorlar siteler kuruyorlardı.

DÜŞMANLARINA KARŞI DEĞİŞİK SAVAŞ

TAKTİKLERİ UYGULUYORLARDI

Çağın en yüksek savaş aletleri ellerinde idi. Düşmanları peşlerine düştükleri zaman geriye dönmeden ok atmada üstlerine yoktu. Düşmanlarına karşı savaş alanının elverdiği şartlar içinde değişik stratejiler kullanabiliyorlar düşmanlarını şaşırtıyorlar yitirilmiş savaşları zafere çevirmenin kafa ve seciye üstünlüğünü hemen her vuruştukları yerde gösteriyorlardı.

Zaferden dönen orduları genç kızların şarkılarla şiirlerle karşılamaları uygar bir gelenekti. Tiyatro zevkleri vardı. Bugün de geleneksel tiyatro olarak bilinen orta oyunu o günlerin tiyatrosudur.

Mete Han'ın zaferlerini övmek için söylenmiş Oğuz Destanı dünyanın en ünlü destanlarından biridir. Oğuz Destanı Mete'nin doğuşunu şöyle anlatır:

"Günün birinde Ay Kağan'ın gözü parladı bir oğlan çocuk doğurdu.

Çocuğun yüzü mavi ağzı ateş kırmızısı gözleri ela saçları kaşları kara idi. Güzel perilerden daha güzeldi. Anasının sütünü bir emdi bir daha emmedi. Yiyecek istedi konuştu.Doğduktan kırk gün sonra yürümeye ata binmeye başladı. Ayakları kurt ayağı beli kurt beli gibi idi. Vücudun her yanı tüylüydü. İşi gücü ata binmek ava gitmekti."

Hun Türkleri dünyanın en büyük ilk Türk imparatorluğunu kurmuş Mete Attila gibi kahraman hükümdarları ile adını tarihe çivilemiş bir topluluktur. Çağlarının en uygar insanları idiler.
Sütçü İmam, (asıl adı Ali, süt satarak geçimini sağladığı için SÜTÇÜ lakabı verilmiştir) (doğum. 1871, Kahramanmaraş - ö. 25 Kasım 1922) . Uzunoluk semtinde süt satarak geçimini sağlayan, hem de fahri olarak bugünkü Çınarlı ( eski Bektutiye) Camiinde imamlık yapan İstiklal Savaşı kahramanı.

İkinci Fransız kuvvetlerinin şehre girişinin ertesi günü (31 Ekim 1919 Cuma) şehirdeki huzursuzluk had safhaya varmıştı. Bir grub Fransız Ermeni askeri ikindi üzerinde Uzunoluk Caddesi'nden kışlaya dönüyorlardı. 0 anda Uzunoluk Hamamından yüzleri peçeli iki Türk kadını çıktı. Üç kişi olan ve sarhoş durumda olan Fransız Ermeni askerlerinden birisi, hamamdan çıkan Türk kadınlarına saldırdı ve peçesini yırttı. "Artık burası Türklerin değildir, Fransız memleketinde peçe ile gezilmez" diyerek kadıncağıza sarılıp ilişmek istedi. Peçesi yırtılan ve zor durumda kalan kadıncağız bayılıp yere düştü. Diğer kadında imdat istercesine bağırdı. Olayı Kel Hacı'nın kahvesinden gören Türkler dışarı çıkarak, askerlerin üzerine yürüdüler. Türkler, Ermeniler'e ihtarda bulunarak yollarına gitmelerini söylediler. Ermeniler kötü sözler sarfederek silah kullandılar. Bu arada Çakmakçı Sait orada kurşunla yaralandı ve şehit oldu. Gaffar Osman'da yaralandı. Bu sırada Ali Sütçü Imam, Karadağ tabancasını alarak dükkanından hızla olayın olduğu yere geldi. Silahını Ermeni askerlerinin üzerine boşalttı. İlk kurşunu atan Kahraman Sütçü İmam'ın silahı ile yaralanan Ermeni askeri arkadaşlarının yardımı ile kışlaya götürüldü. Yaralı asker bir gün sonra öldü. 1 Kasım 1919 tarihinde ölen Ermeni için büyük bir cenaze töreni düzenlendi. Sütçü İmam ise Nalbant Bekir'den aldığı bir atla Bertiz'in Ağabeyli köyünde bulunan Beyazıt oğlu Muharrem Bey'in yanına gitti

Sütçü İmam Ermeni ve Fransızlar tarafından sürekli arandı. Bulunması için de Kahramanmaraş Hükümeti çok sıkıştırıldı. Bütün çabalarına rağmen Sütçü İmam bulunamadı.

Mehmet Akif ERSOY'un Hayatı

Mehmed Akif, 1873 yılında İstanbul’da, sade ve geleneksel bir hayatın yaşandığı Fatih’in Sarıgüzel semtinin Nasuh mahallesinde 12 numaralı evde (Büyük bir yangında harap olan bu semtin ortasından bugün Vatan Caddesi geçmektedir) dünyaya geldi. Asıl adı Mehmet Ragif’tir. Ragif, ebced hesabıyla hicri 1290 rakamına karşılık gelmektedir ve bu rakam Akif’in doğum tarihidir.

Akif, Osmanlı devletinin hasta adam ilan edildiği ve bu görüşün dönemin devlet adamlarına ve aydınlarına uğursuz bir hastalık gibi bulaştığı, çöküş şartlarının hemen herkeste çözülme, umutsuzluk, panik yarattığı, buna rağmen hemen herkesin bir şeyler yapma çabasında olduğu bir dönemdir.

2. Mahmut’un, 3. Selim’in başlattığı yenileşme hareketleri, Tanzimat doruk noktasına varıyor ve bugüne kadar devam eden aydın- halk yabancılaşmasını, milletle devlet arasındaki problemli doğuruyor, toplumsal yarılmalara yol açıyordu. Yenileşme ile başkalaşma arasındaki farklar sık sık belirsizleşiyor atılan her adım ciddi sosyal ve siyasi maliyetler getiriyor, kendinden ve kendi köklerinden beslenen bir yenilenme gerçekleştirilemiyordu.

Korkuyla umut, ataletle hamle çabası, teslimiyetle yiğitçe direniş, çözülüşle yeniden toparlanış aynı anda ve çok zaman kolkola denecek kadar birbirine yakın duruyordu.

Avrupa ülkelerinin Osmanlıyı tasfiyesi politikası bütün hızıyla ve kararlılığı ile devam ediyordu.
Daha Akif 6 yaşında iken Ruslar İstanbul’a kadar ilerliyor Ayestefanos Abidesini dikiyordu. Yine 5 yaşında iken Abdulhamid, Meclis-i Mebusan’ı kapatıyor, devletin ve milletin varlığını korumak için politik dehasına ve çoküş endişesinin yarattığı bir haleti ruhiyeyle baskıcı bir politikaya yöneliyordu.

Babası Fatih Medresesi müderris ve mücizlerinden (icazet veren) İpek’li Temiz lakabıyla anılan Tahir Efendi’dir. Annesi ise Buharalı Mehmed Efendi’nin kızı H. Emine Şerife hanımdır. Babası Rumelili (Arnavut) annesi ise Buhara’dan hacca giderken Amasya’da vefat eden Buharalı Şirvani Rüştü Efendi’nin kızıdır. Tahir efendi, ilk kocası vefat eden Emine Şerife Hanım’ın ikinci eşidir.


Akif’in ailesi sade ve orta halli ama bir inanç ikliminin bütün olgunluğu ve güzelliği ile yaşadığı bir aile idi.

Akif babasını,
“Beyaz sarıklı, temiz, yaşça ellibeş ancak
Vücudu zinde fakat saç sakal ziyadece ak.”
diye tasvir eder.

Hoca Tahir Efendi erkenden kalkar, çocuklarını (Akif ve kız kardeşi Nuriye) kendi eliyle yıkar, kızının saçlarını tarar, pişirdiği salepleri içirerek onları mekteplerine gönderirdi... Çocuklarını bir kere bile dövmemişti. (Kuntay, s.157)
Akif, Annesini ise şöyle anlatır:
“Annem çok âbid (ibadetine düşkün) bir hanımdı. Babam da öyle. Her ikisinin de dinî selabetleri vardı. İbadetin verdiği zevkleri heyecanla tatmışlardı.”
Ünlü düşünür ve şair Sezai Karakoç, Akif’in ailesi ve kökeni ile ilgili şu nefis yorumu ile yapar:
“Baba soyu Rumelili, ana soyu Buharalı, doğuş yeri Fatih:
Yani tam bir Doğu İslâmlığının, Batı İslâmlığının ve Merkez İslamlığının sentezi bir çocuk”
Anne çizgisi, duyarlığı, sağduyuyu, kendini bir ülküye adayışı, şairliği getirecek; baba çizgisi, ataklığı, savaşkanlığı, yılmaz ve her vuruşmada daha da çelikleşen bir savaş adamını, gözü pekliği, korkmazlığı, ürkmezliği, umutsuzluğa sürekli olarak düşülmemeyi getirecektir. Doğuş yeri ise, humuslu ve verimli bir topraktır ki, tabiatta nice saçılıp da kaybolan iyi tohumların bir gramını bile ihmal etmez, değerlendirir, yemişlendirir.”
Akif’in doğduğu Fatih semtini Sezai Karakoç şöyle tasvir ediyor”
“Fatih semti, İstanbul’un içinde ikinci bir İstanbul’dur. Yüzde yüz Fatih şehridir. Fatih camii, Türk-İslâm kültürünün bu ölmez abidesinin çevresinde halka halka fatih medreseleri ve semti, en saf Müslüman Türk heyecanının ördüğü bir toplumdur.”

Akif, İstanbul’un bu en Türk, en yerli ve en yoksul mahallelerinden birin de doğdu ve yaşadı. Hayatı burada tanıdı ve keşfetti, toplumsal dokuyu burada ve onun bir parçası olarak tanıdı. Bir inanç ikliminin güzelliği ile birlikte toplumun yazılı olmayan mutabakatlarını, modern hayatın yerli ve geleneksel olana nasıl nüfuz ettiğini, hangi çelişkilere, trajedilere yol açtığını, neleri çürüttüğünü, nelerin eskidiğini ve nelerin yenilenmesi gerektiğini bu mahalle hayatında gözlemledi. Yenilenmekle, yerli kalmak, kendi olmak arasındaki tercihlerinin ilk çizgilerini burada idrak etti.

Ve Akif burada bir şey daha öğrendi. Her türlü kirlenmeye açık bir yoksulluğun, sade ve onurlu bir hayata nasıl dönüştürülebileceğini. Erdemli yoksulluk helal kazanç ve emek demektir, fedekarlık demektir, dayanışma demektir, karşılıksız sevmek demektir, hırs ve rekabeti ayaklar altına almak demektir. Erdemli yoksulluuğun tek sigortası vardır. Çalışmak, ölene kadar çalışmak, onurunu kaybetmeden çalışmak.

Akif kendi mahallesinin yoksulluğunu, kendi haline terkedilmişliğini şöyle anlatır.

Bizim mahalleye poyraz kışın da uğrayamaz
Erir erir akarız semtimize geldi mi yaz!
Bahârı görmeyiz ala lâtif olur, derler...
Çiçeklenirmiş ağaçlar, yeşillenirmiş yer.
Demek şu arsada ot bitse nevbahâr olacak?
Ne var gidip Yakacık’larda demgüzâr olacak
Fusulü dörde çıkarmaz bizim sokaklarımız;
Kurak, çamur.. İki mevsim tanır ayaklarımız!

Akif bu mahallede bu inaç ve gelenek ikliminin ortasında mahalle hayatını bütün renk ve çizgileriyle yaşadı.

Babası O’nu sekiz yaşından itibaren Fatih camiine götürdü. Bunu bir şiirinde şöyle anlatır.

Sekiz yaşında kadardım. Babam gelir: “Bu gece,
Sizinle camîe gitsek çocuklar erkence.
Giderseniz gelin amma namazda uslu durun;
Merâmınız yaramazlıksa işte ev, oturun!”
Deyip alırdı beraber benimle kardeşimi
Namaza durdu mu, naliyle koyverir peşimi
Dalar giderdi, ben atık kalınca âzade
Ne âşıkane koşardım hasırlar üstünde.”

Cami, masal, oyun ve yaramazlık. Cami içinde baba ve çocuklar. Camii içinde inanç ve coşku. Camii içinde ciddiyet ve oyun. Cami içinde inanç ve çocuksuluğun sınırsızlığı. Cami içinde yetişkin ve çocuk samimiliği.

Ve cami ile içiçe bir ev. Camii ile içiçe bir mahalle hayatı. Camii ile içiçe düşünce, duyarlık ve yaşama iklimi.
İşte yetişkin Akif’in portresinin temel çizgilerini belirginleştiren çocuk Akif’in dünyası ya da Âkif’in içinde kendini bulduğu dünya...

Ve Akif’in mizacı.. ele avuca sığmayan bir çocuk. Çalışkan ama haşarı. Okuldan döner dönmez sokağa fırlayan, ağaçlara tırmanan, kabına sımayan bir mizaç. Masal dinlemeden uyumayan bir ruh. Uyuması için kendisine masal anlatırken anlatırken uyuyakalan Saime Hanım’ın eline mangalda kızdırdığı cevizi bırakarak yakan bir yarım kalmışlığı kabullenememezlik.

Akif böyle bir ortam içinde o günün geleneğine uyularak 4.5 yaşlarında iken Emir Buhari Mahalle Mektebine başladı. Yaklaşık iki sene sonra Fatih İptidaisi’ne (ilkokul) girdi. Üç yıllık bu okulu bitirdikten sonra girdiği Fatih Merkez Rüştiyesi’ni (ortaokulunu) 1895 yılında bitirdi.

Bu mezunuyet aile içinde görüş ayrılığına yol açtı. Emine Şerife Hanım, Hocazade’sinin (Annesi Âkif’e Hocazadem diye hitabederdi) sarıklı olmasını, medresede tahsiline devam etmesini istiyordu. Babası Tahir Efendi ise medresede okuyacağı şeyleri, oğluna kendisinin de öğretebileceğini ileri sürüyor, yeni açılan ve revaçta olan mekteplerden birine gitmesini istiyordu. Akif’in anne ve babası arasındaki bu görüş ayrılığı Dönemin toplumsal tercihlerindeki farklılaşmayı da ortaya koyuyordu. Bir tarafta geleneğin bütün çizgileriyle yaşadığı Fatih’te, evladını bir inanç ve ilim adamının saygınlığı içinde görmek isteyen anne diğer yanda değişen dünyanın gereklerini farkeden kendisi de bir inanç ve ilim adamı olan baba. Ne inanç ihmal edilebilirdi ne yeni gelen ve kendi şartlarını dayatan dünya. Bu açıdan bakıldığında Akif annesiyle babasının özlemini kendi şahsında bütünlemiş ve uygun bir senteze kavuşturmuş gibidir.

Sonunda Tahir Efendi’nin dediği olur. Ancak Tahir Efendi mektep ve meslek tercihini oğluna bırakır. Akif dönemin en gözde okullarından biri olan Mülkiye’yi tercih ettiği için ve babasıyla birlikte kaydını yaptırır. Kayıt tamamlandıktan sonra kâtip kayıt harcı ister, Tahir efendi, Âkif’i bir köşeye çeker, kesesini çıkarır ama istenen miktarda para yoktur. Tahir efendi rehin bırakmak üzere gümüş saatini çıkarınca kâtip almaz ve kayıt harcını ertesi gün getirebileceklerini söyler.
İlk gençlik yılları da çocukluğu gibi. Taşkın, ele avuca sığmaz, güçlü, sıhhatli ve enerjik. Pehlivanlarla güreşen, boğazda karşıdan karşıyla yüzen, taş yarıştıran bir ilk gençlik. Ama hep çalışkan, hep erdemli.

Mülkiye’nin İ’dâdî bölümünde üç sene okuduktan sonra şehadet-nâme (diploma) aldı ve yüksek kısmına kaydoldu. Bir sene süre sonra (H.1305/1887-88) babası vefat etti. Aynı yıl evleri yanınca Mülkiye’ye nehari (gündüzlü öğrenci) olarak devam etmesi imkansız hale geldi. Mezunlarına hemen iş verileceği için o yıl açılan ve ilk sivil veteriner yüksek okulu olan Mülkiye’nin Baytar Mektebi’ne (Halkalı Baytar ve Ziraat Mektebi) leyl-i (yatılı) öğrenci olarak geçti.

Âkif bu okulda kendisini derinden etkileyecek bir öğretmenle karşılaştı. İnançlı bir Türk Hekimi olan, Türkiye’ye mikrop bilimini getiren Rifat Hüsamettin Hoca. Pasteur’un öğrencisi olan bu öğretmeninden Pasteur sevgisini aldı. Mithat Cemal, Akif’in Pasteur’ün fotoğrafına bakıp hayranlıkla “Bu ne ilâhi yüzdür” dediğini, fotoğrafı öptüğünü ve ardından “Mu’tekid de! (İnançlı) eklediğini kaydeder.

Çoğu kendisi gibi babasız ve yoksul öğrencilerden oluşan bu okul Âkif’e sağlam ve bir ömür boyu sürecek dostluklar kazandırdı.

Yine bu okul, Akif’in sağlam bir dini bilgi ve sarsılmaz bir imanla, müspet bilimin harika bir uyumunu sağlayan zihini yapısını oluşturdu.

Akif bu dönemde de Kıyıcı Osman Pehlivandan güreş öğreniyor, Çatalca köylerinde yağlı güreş tutuyor, taş yarıştırıyor, yüzüyor ve çok sevdiği mektebin “Doru” isimli atına biniyor, uzun yürüyüşlere çıkıyor
Şiire ilgisi de bu yıllarda başlıyor ve okulun son iki senesinde başladı. Bunlar dönemin yaygın kanaatlerinin izlerini yansıtır ve divan şiirlerine nazireler şeklindedir.

22 Aralık 1893’te okuldan birincilikle mezun olur ve 26 Aralık’ta “Orman ve NMa’adin ve Ziraat Nezare’Baytar Müfettiş Muavini” olarak tayin edilir.

Görev yeri İstanbul olmasına rağmen Akif, 4 yıl Rumeli, Anadolu ve Arabistan’ın çeşitli bölgelerinde görev yapmıştır.
Bu seyahatler Akif’in gözlem gücünü, toplumu daha yakından tanımasını sağlamış olmalıdır. Akif bu dönemdeki gözlemlerini şiirlerinde son derece gerçekçi bir şekilde kullanır. Yine bu ve bundan sonraki seyahatler Akif’in hem düşünce tarzını hem de şiir anlayışını temellendirir.

Mezuniyetinden 6 gün sonra 28 Aralık 1893’te İlk eseri olan 7 beyitlik gazeli “Servet-i Fünun’da yayınlanır.
Buarada çocuk yaşlarda başladığı Kur’an’ı Hıfzetme (Ezberleme) çabalarını yoğunlaştırır ve Hafız olur.
1 Eylül 1898’de 25 yaşında iken Tophane-i Amire veznedarı Mehmed Emin Bey’in kızı İsmet Hanım ile evlendi.
Akif’in bu yıllarda da Maarif mecmuasında, Resimli Gazete’de şiir yazıları ile Arapça, Farsça ve Fransızca’dan yaptığı çevrilerini yayınlamaya devam eder.

17 Ekim 1906’da mevcut görevine ilâveten “Halkalı Ziraat Mektebi Mektebi’ne “Kitabet-i Resmiye Muallimi ve 25 Ağustos 1907’de Çiftlik Makinist Mektebi’ne Türkçe Muallimi olarak atanır.

23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrutiyet ilan edilir. Akif, bu sırada İstanbul’da Umur-i Baytariye Dairesi Müdür Muavin’dir.
Akif’in hemen hiçbir dönemde siyasetle doğrudan ilişkisi olmamakla beraber toplumsal sorunlarla ciddi ve yoğun bir ilgisi olmuştur. Dönemin bütün aydınları gibi çöküş şartlarının yol açtığı acıları derin bir şekilde yüreğinde hissediyor ve bir çıkış yolu arıyordu.

Meşrutiyetin ilanından 10 gün sonra daha önceleri gizli bir cemiyet olarak faaliyet gösteren ve daha sonra partileşecek olan İttihat ve Terakki Cemiyetine üye olur. Ancak Akif, cemiyete üyeliğe girişin gereklerinden biri olan “Cemiyetin bütün emirlerine, bilâ kayd ü şart (kayıtsız şartsız) ittaat edeceğim” şeklindeki yemindeki “kayıtsız şartsız itaat “itiraz eder ve sadece iyi ve doğru olanlarına şeklinde düzeltilmesi şartıyla yemin edebileceğini söyler. Ve cemiyetin yemini Akif’le değişir.

Akif’in karakterinin tipik bir yansıması olan bu tutum hayatı boyunca ve herkese karşı korunan bir ilkeli anlayışın tezahürüdür.

Yörük Ali Efe, (doğum. 1895-Kavaklı, Sultanhisar, Aydın, ö. 23 Eylül 1951-Bursa) , Kurtuluş Savaşı sırasında 16 Haziran 1919'da Malgaç Baskını ile düşmana ilk darbeyi vurmak suretiyle Aydın yöresinde düşman kuvvetlerinin ilerlemesini durdurmuş olan Türk kahramanı.

Babası Sarıtekeli aşiretinden İbrahim oğlu Apti, annesi yine Yörüklerin Atmaca Aşireti'nden Fatma'dır.

Yörük Ali 19 yaşına geldiğinde, Aydın (il) dağlarında dolaşan Alanyalı Molla Ahmet Efe'nin gurubuna katılmak istedi. Ağır bir sınavdan geçirilerek guruba alındı. Kısa zamanda Efe'nin ve tüm zeybeklerin güven ve sevgisini kazanarak grupta ikinci adam konumuna yükseldi. Alanyalı Molla Ahmet Efe'nin Bozdoğan Kavaklıdere baskınında ölmesi üzerine Yörük Ali Efe olarak gurubun başına geçti. Dört yıldan fazla dağlarda dolaşan Yörük Ali Efe, bu süre içinde daima ezilenin mağdur edilenin, güçsüzün yanında oldu. Haklı olarak halk tarafından sevildi, itibar ve destek gördü.


Yörük Ali Efe 1919 senesinde dağdan indi. O sıralar düşman İzmir'i, ardından Aydın ve Nazilli'yi işgal etmişti. Yörük Ali Efe, Kıllıoğlu Hüseyin Efe ve bazı arkadaşları, Aydın İli'nin Çine ilçesi Yağcılar köyünde toplanarak, Yörük Ali Efe ve arkadaşlarının 16 Haziran 1919 tarihinde Sultanhisar ve Atça arasındaki Malgaç deresinin üstünden geçen Malgaç demiryolu köprüsü yanındaki Yunan karakoluna baskın yaptılar. Baskın sonunda karakol tümüyle imha edildi, cephane ve erzaklar ele geçirildi. Bu baskın Batı ve Güney Anadolu'da düzenli, bilinçli, ve milli şuurla düşmana yapılan ilk baskın olarak kabul edilmektedir. Bu önemli başarı halka ümit ve cesaret vermiş, düşmanın yurttan kovulabileceğine olan inancını arttırmış ve Yörük Ali Efe'nin liderliğini perçinlemiştir. Düşman beklemediği bu baskın karşısında paniğe kapılmış, Nazilli'deki kuvvetlerini Aydın istikametine çakmıştır. Ne yazık ki çevreyi yakarak, yıkarak, masum insanları öldürerek. . .

Daha sonra 7. Tümen kumandanı Şefik Aker'in başkanlığında kurulan halk meclisinde oy birliğince alınan karar uyarınca Aydın, Yörük Ali Efe emrindeki kuvvetler tarafından kurtarılmıştır. Ancak takviye kuvvetlerle güçlenen düşman ordusu Aydın'ı ikinci kez işgal etmiştir. Artık kanlı savaşlar başlamıştır. Köşk, Umurlu ve Dörtyol cephesi kurularak olağanüstü cesaretle, donanımlı ve sayıca çok fazla olan düşman kuvvetleri büyük kayıplara uğratılmıştır. Böylece düzenli ordu kurulana kadar yirmi aylık bir süre düşman kuvvetlerinin Aydın kanadından Anadolu içlerine ilerlemesi engellenmiştir.


Düzenli ordunun kurulması üzerine Yörük Ali Efe, emrindeki savaş deneyimi çok iyi olan büyük bir gurubu her ferdinin istek ve sevgisiyle orduyla bütünleştirmiştir. Kendisi de Milli Aydın Cephesi Komutanı olarak savaş sona erene kadar vatani görevini sürdürmüştür.

Yörük Ali Efe alçakgönüllü bir insandı. Kurtuluş Savaşı'ndaki rolü ile ilgili olarak yapılan övgülere verdiği şu cevabı her zaman hatırlanacaktır:

"Bazı kimseler savaş zamanında yapılan işlerin bir çoğunu bana ve başkalarına mal ederler. Bu yanlıştır. Bir kişinin, beş kişinin böyle büyük davalarda ne ehemmiyeti olur ki? Gönlünde vatan muhabbeti taşıyan her vatansever o günlerde bizim gibi düşünmüş, bizim gibi duymuş, ondan sonra da bizimle beraber olmuştur. Milli mukavemette aslan payını kendine ayırmakta hata vardır. Bir elin şamatası olur mu ki?"

Cumhuriyet döneminde Yörük soyadını alan Ali Efe, Kurtuluş Savaşından sonra altı sene İzmir'de yaşadı, 1928 senesinde, Kurtuluş Savaşında bir süre karargahı olan Yenipazar'a taşındı. 1951 senesinde, İzmir'de geçirdiği tramvay kazasında bacaklarını kaybetmiş, 1953 yılında tedavi için gittiği Bursa'da ölmüştür.

Yörük Ali Efe vasiyetinde Yenipazar'da toprağa verilmesini istedi. Ayrıca "Halkı iyidir, toprağı sever, toprağı seven insan sever. Ben orada rahat ederim dedi. "

Kuvayı Milliye'nin bu değerli komutanı TBMM tarafından İstiklal Madalyası ile ödüllendirilmiştir. Ayrıca Türk halkının onun adına yaktığı bir türkü de vardır.

Yörük Ali Efe'nin Aydın 1997'de Aydın Belediyesi'nce yaptırılan heykeli, efelerin bıyıksız olamayacağı gerekçesiyle kaldırıldı ve 1998'de bıyıklı olarak yeniden dikildi. Ayrıca Yenipazar'da Yörük Ali Efe Müzesi'de yapılmıştır.
Top