Tarih Konuları İle İlgili İncelemeler



Topal Osman 1883 yılında Giresun'da doğdu. Gönüllü olarak Balkan savaşına katıldı. Bu savaşta yaralandı ve bacağı sakat kaldı. I. Dünya Savaşında gönüllülerden oluşan bir birliğin başında Kafkas Cephesindeki çarpışmalara katıldı.

 

İzmir'in 15 Mayıs 1919'da Yunanlılarca işgal edilmesinin hemen ardından gönüllü birliklerle Karadeniz bölgesindeki Rum çetelerine karşı mücadele etti. Giresun Belediye Başkanlığı ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin Giresun Şubesi Başkanlığını yaptı. Daha sonra Mustafa Kemal tarafından Kasım 1920'de Muhafız Kıtası komutanlığına getirildi. Koçgiri ayaklanmasının bastırılmasında önemli rol oynadı.

 

47. Alay komutanı olarak katıldığı Sakarya Savaşında yararlılık gösterdi. TBMM'de II. Grup olarak bilinen muhalefet grubunun önderlerinden Trabzon milletvekili Ali Şükrü Beyi, Mustafa Kemal'e karşı sert muhalefet izlediği gerekçesiyle 27 Mart 1923'de öldürdü. Güvenlik kuvvetlerine teslim olmayan Topal Osman, Ankara Ayrancı bağlarındaki evinde girdiği çatışmada yaralı olarak ele geçirildi. Kısa süre sonra 4 Nisan 1923 öldü.
İpsiz Recep' in annesi Cemile, babası Hüseyin' dir. Emiroğulları’ ndan olan İpsiz Recep genç yaşında çalışmak için İstanbul'a gider. Yelkenli teknesiyle Boğaziçi'nde çalışmaya başlar. Cesareti, gözü pekliği ve ataklığı sayesinde "İpsiz" lakabını alır.

İstiklal Harbi başlayınca Recep 15 arkadaşıyla birlikte İstanbul’dan ayrılıp Kefken Adası’na gelir. Arkadaşları ile birlikte dinlendikleri bir zamanda yabancı bandıralı bir geminin kendilerine doğru geldiğini fark eder. İyice yaklaştığı zaman geminin Fransız olduğu anlaşılır. 15 arkadaşı ile birlikte gemiyi çevirip teslim alırlar. Gemiyi Sakarya Nehrine kadar getirip zamanın Karasu Bucak müdürüne teslim ederler. Geminin arpa yüklü olduğu görülür. Bu hareketinden sonra İpsiz Recep Karasu’da karargâh kurup Ankara ile irtibat sağlar. Ankara Hükümeti kendisine Milis Kuvvetleri Komutanlığı olarak Yüzbaşı rütbesi verir. Bundan sonra İpsiz Recep etrafında 1800–2000 kişi kadar genç toplar.

İpsiz Recep'in Savunduğu Yerler

Bu gençlerin katılması ile İpsiz Recep Karasu ve civarının savunmasını ele alır. İpsiz Recep dürüstlüğü ve mertliği sayesinde, etrafın takdirini toplayıp sözü geçen kişi durumuna gelmiş, halk kendisine "EMİCE" unvanı vermiştir. İpsiz Recep’in bu durumunu tespit eden Ankara emrine üç İstihbarat subayı vererek harp hali ve şekli üzerinde nasıl hareket edeceğine dair emirler göndermiştir. İpsiz Recep aldığı emir gereğince Karasu’ya saldırmak üzere hazırlık yapan Yunan ordusuna karşı taarruza geçerek Yunan kuvvetlerini püskürtmüş, bozguna uğrayan düşmanı takip ederek Geyve Boğazı, Bilecik, Eskişehir Milis kuvvetlerine katılarak püskürtmede başarı sağlamıştır.

İstiklal Savaşı’nda gösterdiği başarıdan dolayı kendisine İstiklal Madalyası verilmiştir. İstiklal savaşında iç ve dış düşmanlara karşı milli duygularla dolu olarak saldıran bu konuda anlayış gösterenlerin yardımlarından yararlanan İpsiz Recep ve mahiyetindekiler amansız bir mücadele ile Yunan kuvvetlerinin herhangi bir şekilde zarar vermelerine meydan vermemişlerdir. Düşman denizden bombalarla dağları dövmüşse de çıkarma yapma imkanı bulamamıştır. Karasu’da ilerleyemediği gibi çekilip bilinmeyen yönlere doğru gitmek zorunda kalmıştır.
İstiklal savaşında her türlü zorluğa karşı mücadelesini sürdürüp Milli duygularının sesine uyarak fedakârlıktan çekinmeden başarı gösteren İpsiz Recep, 1928 yılında Adapazarı’nın Karasu ilçesi Yenimahalle’deki evinde ölmüş ve vasiyeti üzerine şehir mezarlığına defnedilmiştir.

Recep Reis ve Mustafa Kemal

Recep Reis savaş sonrası İstiklal Madalyası’na hak kazananlardan biriydi. Efradı ile birlikte Ankara’ya gelmiş ve bando ile karşılanmıştı. Ankara’da bir hafta kalmışlar ve Atatürk’ün iltifatlarına mazhar olmuşlardı. Atatürk:
“Recep Reis bir daha harp olursa ne kadar kuvvetle gelirsin?” dediğinde şu cevabı vermişti: “Adamlarım dağıldı artık. Yanımda bir yeğenim var. Ne zaman emredersen atımı ve silahımı alır gelirim.”
Atatürk Recep Reis’e 250 lira maaş bağlamıştı. Paradan başka her şeye önem veren Recep Reis, maaşını da Tayyare Cemiyeti’ne bağışlayacaktı. Kendisine verilen arazinin altı dönümünü bırakıp gerisini de etrafındakilere dağıtacaktı.
Artık tek dostu topraktı. Silahını duvara asmış, toprağını bekliyordu. 35 numaralı ahşap evinde yanında sadece eşi Nadire vardı. 1928 yılı geldiğinde son aylarını yaşıyordu.
Türk Milleti, 16.Asırda en güçlü ve ihtişamlı dönemini yaşayıp, medeniyette en ileri seviyeye ulaşmıştır. Bu asırda Osmanlı İmparatorluğu üç kıtaya hakim olmuş ve tam anlamıyla günümüzde süper güç tabir edilen konuma gelmiştir. Öyle ki dönemin en güçlü ülkelerinden Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile yapılan bir antlaşmada Osmanlı Vezir-i azamı ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu hükümdarı denk kabul edilmiştir. Yani Osmanlı’nın 2.adamı ancak diğer ülkeleri muhatap alacak seviyededir.

16.Asırda Türkler, her sahada dâhi devlet ve ilim adamları yetiştirmiştir. Pîri Mehmet Paşa, Makbul İbrahim Paşa, Ayas Paşa, Hadım Süleyman Paşa, Rüstem Paşa, Semiz Ali Paşa, Sokullu Mehmet Paşa gibi büyük sadrazamlar, Barbaros Hayrettin Paşa, Aydın Reis, Pîr-î Reis, Turgut Reis, Seydî Ali Reis gibi yaman kaptan-ı deryâlar, Piyâle Paşa, Uluç Ali Reis gibi namlı denizciler, Devlet Giray, Lala Mustafa Paşa gibi ünlü kumandanlar, Mimar Sinan, Karahisarî, Nakkaş İbrahim, Fuzûlî, Bâkî gibi ölümsüz eserler bırakan dev sanatçılar, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman gibi hükümdarlar hep bu asırda yaşamışlardır.

Mimar Sinan’ın yaptığı Selimiye Camii de Türk ihtişamı devrinin tacını teşkil etmiştir. Türk sanatının en muhteşem eseridir. Mimar Sinan, Selimiye için "ustalığımın eseri" demiştir. Yine bu dönemde Bâkî’de yazdığı şiirler ile Sultan-üş Şuara unvanı almış ve İran şiiri seviyesini geçmiştir.

Türk Asrı’nda kara orduları Mohaç Meydan Savaşı ile iki saatte Macaristan Ordusunu yenerken, Barbaros Hayrettin Paşa yönetimindeki Türk Donanması da Haçlı Müttefik Avrupa Donanmasını Preveze Deniz Savaşı ile yenilgiye uğratacaktır.

Türk Asrı’nda artık Türk denizciliği, deha sahibi amiraller ortaya çıkaracaktır. Bu amiraller Akdeniz’i bir Türk gölü haline getirerek, Avrupalıları Akdeniz’den atacak, Atlas Okyanusu’na süreceklerdi. Aynı zamanda Türk donanması, Hint Okyanusu’nda da Portekizlilerle savaşa devam edecekti. Tarihin en büyük amirallerini bir asır içinde seri halinde yetiştirme şansını elinde tutan bir devlet sayesinde Türk denizciliği, tarihin yeni bir devresine giriyordu. Bu devrede deniz faaliyetleri kara faaliyetlerinden geri kalmayacaktır. Bu, bütün Türk tarihinde istisnai bir devirdir.

Atın Türkler Tarafından Evcilleştirilmesi ve Kullanılması

Batılıların Ari ırkın üstünlüğünü kanıtlamağa çalışan İndo-Germen kuramına göre, Hint-Avrupalıların çok eski dönemlerde Çin'in Kansu bölgesine değin bütün Orta Asya'ya yayıldıkları ve aslında göçebe (bozkırlı) oldukları, atın ilk kez onlarca evcilleştirildiği, dünyanın ata binme sanatını onlardan öğrendiği öne sürülür. Bu aslında Batılıları yüceltmeye dayanan köksüz bir kuramdır. Bugünkü Batılıların ataları ne tarım kökenli, ne de göçebe kökenli olmayıp asalak ekonomiye (avcılık ve toplayıcılık) bağlı olduklarından, Batılılar atalarını yüceltmek ve kendilerine daha yüksek bir kültür kökeni sağlamak için bu kuramı icat etmişlerdir. Batılıların atın üzerinde önemle durması, bu hayvanı evcilleştirip binmenin insanlığın kültür geçmişinde çok ileri bir hamle olmasından ileri gelir.

Evcil atın kökeninin kuramsal olarak kalıntıları Orta Asya'daki Cungarya'da ortaya çıkarılan kısa kalın bacaklı, büyük ve öne doğru eğik başlı "Equus Przewalsky" olduğu öne sürülmüştür. Ancak, eski çağlarda bir değil birçok türden yaban atı yaşamış olup, bunlar arasında Bozkır Kültürü'ndeki (Türklerin yarattığı kültür) savaşçı çobanlarca binek ve savaş atı olarak kullanılan at, "Przewalsky" cinsi değil, küçük gövdeli, uzun ve ince bacaklı, mağrur bakışlı, sert tırnaklı batı bozkırları cinsidir. Asya Hunları "Przewalsky Atı" nı bilir ama bu atı yalnızca araba ve yük hayvanı olarak kullanırlardı. Kalın bacaklı, hantal gövdeli "Przewalsky Atı" koşu sırasında çeşitli yönlere doğru hızlı dönüş yapmağa elverişli değildi. "Bozkır Atı" nın ise, özellikle savaşlardaki seri ve karmaşık manevra hareketlerine kolayca alışabilen bir gövde yapısı vardı.

Asya'daki ilk at kalıntıları, Türk anayurdu bölgesindeki Afanasyevo Kültürü (MÖ 2500-1700) ile onun bir gelişmesi olan, aynı bölgedeki Andronovo Kültürü'nde (MÖ 1700-1200) görülmüş ve Andronovo Kültür Çevresi'ne giren yerlerde hep at kalıntıları ile karşılaşılmıştır. Çeşitli bilginlerin araştırmalarının ortaya koyduğu kanıtlara göre bu iki kültür, Türklerin eski ataları tarafından yaratılmış olup Andronovo ve Afanasyevo kültürlerine ait insan iskeletleri Türk = Turan tipini temsil etmektedir.

Başka kültür çevrelerinin kalıntılarında bulunmuş at iskeletlerinin fonksiyonel bir değeri yoktur. Örnek olarak bugünkü Türk toplumunu ve kediyi ele alalım. Bundan binlerce yıl sonra bugünkü Türklerin yaşamış olduğu topraklarda arkeolojik bir inceleme yapılsa, birçok kedi iskeleti ile karşılaşılır. Ama bu iskeletler, kedinin Türkler tarafından evcilleştirildiğini, Türklerin yaşamında kedinin sosyal ve/veya ekonomik bir unsur olduğunu kanıtlamaz. Önemli olan, kedinin Türk yaşamında fonksiyonel bir değer kazanıp kazanmadığıdır. İşte, atın fonksiyonel bir değer kazanması, ancak Türklerin öz ve kendi yarattıkları kültürleri olan "Bozkır Kültürü" nde görülmektedir. Bozkır Kültürü'nde rol onayan baş etken biniciliktir. Binicilik ihtiyacının yerleşik köylü kültürlerde değil, geniş otlakları ve uzak su başlarını hızla dolaşmak zorunda olan Bozkır Kültürü'nde duyulacağı açıktır. Bozkır Kültürü'nde, ilk başta kalabalık sürüleri kollamak gibi bir araç olan binicilik, kısa sürede askerî bir değer kazanarak bozkır savaşçılığının temeli olmuş, at da savaş atı tipine doğru geliştirilmiştir. Andronovo Kültürü'nün yaratıcısı olan savaşçı Proto-Türklerin çevreye egemen olmaya başlaması, dünya savaş tarihinde 3500 yıllık "Savaş Atı Çağı" nı açmıştır. Hun Türkleri, Çin topraklarında atlı savaşın bilinmediği bir zamanda kendi özgün kültürleri ile göründüklerinde, savaş atlarını da yanlarında getirmişlerdi. Böylece savaş atı, doğuya doğru yayılmış ve Orta Asya ile Doğu Asya'da savaş atı yetiştiriciliği ilk olarak Hunların yayıldıkları Şan-Si bölgesinde görülmüştür.

Atın binek hayvanı olarak kullanılması, dünya tarihinde çok önemli bir aşama olup tarıma bağlı hayvancılığın çok üstünde bir kültür atılımıdır. Avcılık yaşamından hayvanları evcilleştirmeğe geçek ilk ırk Türklerdir. At, Türkler tarafından evcilleştirilmiş, Türkler ata binen ilk insanlar olmuştur. Kapanda-Yüs bölgesinde (Afanasyevo-Andronovo kültür çevresi) yapılan kazılarda, MÖ 3. bine tarihlenen mezarlarda ağızlarında demir gem izleri bulunan at iskeletlerine rastlanmıştır. Atın, Ön Asya ve İndo-Germen kavimlerinin tarihinde önemli bir yeri olmadığı gibi Moğollar'da da sonradan yer almıştır. Moğollar aslen bir bozkır kavmi değil, orman kavmi idi. Fakat daha sonraları Bozkır Kültürü'ne katılmışlar, Türklerle birlikte bu kültürün uygulayıcısı olmuşlardır. Dolayısıyla, Moğol yaşamında atın yer edinmesi Türk Kültür Çevresi'ne yani Bozkır Kültürü'ne geçmeleriyle başlar. Bütün bunlara karşılık, en eski çağlardan beri Türklerin siyasal, dinsel, ekonomik ve toplumsal yaşamında at merkezî bir rol oynamaktadır. Türkler, yetiştirdikleri atın etini yerler, sütünden millî içkileri olan kımız'ı yaparlar, onu kurban olarak sunarlar, yabancı ülkelere ihraç ederek gelir sağlarlardı. Özellikle Çin, atı Türk ülkelerinden sağlardı. Çinliler, sadece Göktürk çağında, ayrı adlarla anılan 11 cins Türk atından söz etmişlerdir.

Çin belgelerine göre, Hun Türklerinden önce Çin'in kuzey kavimleri atlı savaş yöntemini bilmiyorlardı. Çinliler de atı önceleri yalnızca savaş arabalarında kullanmakta olup MÖ 4. yüzyılda Türklerle ilk karşılaştıkları zamana kadar Atlı Bozkır Kültürü'nü bilmemekteydiler. Çin tarihlerine göre Türkler her yıl at güreşi düzenler, birinci gelen atın soyunu türetirlerdi. Çinliler, Türk atlarının güzelliğine ve gücüne hayrandılar. En güzel Türk atlarına "Kan Terleyen Atlar" adı verilirdi.


Güreşen Atlar

Bozkır Türk'ü, yaşamında çok önemli bir yeri olan, özel ad ve sanlar verdiği ve törenle gömdüğü atı zeka sahibi, gökten inmiş, kutsal bir hayvan olarak düşünmüştür. Asya'daki en eski atlı defin, Andronovo Kültürü'nde görülmektedir. Atlı defin törenleri, Andronovo Kültürü'nden dünyaya yayılmış, bu kültürün soyundan gelen Hun ve Avar Türklerince de Germen ve İslav kabilelerine öğretilmiştir. Köl Tigin Yazıtı'nın doğu yüzünün 32-40. satırları ile kuzey yüzünün 2-9. satırlarında Göktürk orduları başkomutanı Köl Tigin'in bindiği atlar, adları ile belirtilir. O çağdan beri Türkçe'de "at" olarak söylenen sözcük, Asya Hunları’nın evcilleştirdiği hayvanlardan söz eden MÖ'ki Çin kaynağı Shi-Ch'i'de Çin ağzına uydurularak- k'utti, k'uai-t'i olarak belirtilmektedir. Çince kaynak bu Hunca sözün anlamını "daima büyük bir güç ile sıçramaya istekli" diye açıklamıştır. Türkçe'de "at" sözcüğünden türemiş atım, atlamak, atılmak, atmak vb sözcüklerde aynı anlam bugün de korunmaktadır.

Türkler, Ön Asya ve Anadolu'ya göç edince at kültürlerini de birlikte getirmişlerdir. İlk İslam döneminde Esb-i Türk (Türk Atı) ünlü idi. At, Selçuklular ve Osmanlılar zamanında da Türk kültüründeki müstesna yerini korumuştur. Kastamonu Beyliği'nin yetiştirdiği atlar dünyaca ünlü olup Arap atlarından üstün bulundukları için, her biri bin altından satılıyordu. Türk at kültürü ile birlikte iğdiş, ulak, yam, yamçı, yağız, yılkı vb Öz Türkçe sözcükler Arapça ve Farsça'ya geçmiştir.

Kurıkanlar ve Türk At Kültürü

Göktürk Yazıtları'nda adları sık sık geçen Kurıkanlar, Baykal gölünün batısında yaşarlardı. Kurıkanlar'dan kalmış kaya resimleri arasında Göktürk yazısı ile yazılmış Türkçe yazıtların bulunması, Kurıkanların bir Türk boyu olduğunu göstermektedir. Kimi araştırmacılarca Oğuz Türklerinin bir boyu sayılan Kurıkanlar, Göktürk döneminde Sahaların (Yakutların) güneyinde,

Göktürklerin de kuzeyinde bulunuyorlardı. Çin kaynakları, Kurıkanların çok büyük ve güçlü olan, boyunları deve boynuna benzeyen atlarının bulunduğunu yazarlar. Kurıkanlar'dan kalmış kaya resimlerinde de uzun boyunlu güzel atların bulunması Çin kaynaklarını desteklemektedir. Kurıkan kaya resimlerinde atların yeleleri tarak ağzına benzer bir biçimde kesilerek süslenmiş, boyunlarına da bir püskül asılmıştır. Bu tarak biçimindeki at yeleleri Altaylardaki Gök Türk, Kırgız çevrelerinde bulunduğu gibi,Hunları temsil eden Çin kabartmalarındaki at yelelerinde de bulunur. Türkler, atın yelelerine astıkları bu süslere bonçuk, monçuk (boncuk) derlerdi.

Kurıkan kaya resimlerindeki kimi atların eyerlerinin arka kaşları oldukça yüksektir. Türklerde eyerlerin bu ön ve arka yastıklarına köpçük adı verilirdi. Bazen de öngdünki yalıg, kidinki yalıg, yani "ön eyer kaşı, arka eyer kaşı" diye adlandırılırdı. Resimlerde, atların bazılarının kuyrukları düğümlenmiştir. At kuyruğunu bağlama geleneği Türklere özgüdür. Alp Arslan da, Malazgirt Meydan Savaşı'nda atının kuyruğunu bağlamıştı. Türkler, at kuyruğunu iple bükme ya da bağlamaya sırtlamak derlerdi. Harezmşahlar döneminde yazılmış Türkçe sözlüklerde "tügdi atnın kuyrugın" şeklinde deyimlere rastlanır. At kuyruğunu bağlama geleneği Kırgızlarda, Hunları temsil eden Ho-Chü-P'ing dikilitaşında, Çin ressamı Han-Kan'ın yapmış olduğu bir Hun portresinde ve sair Türk boylarında da görülür. Bu gelenek daha sonra Moğollara da geçmiştir.

Kurıkan Türklerinin kaya resimlerinde atlara bazen üç kişinin bindiği görülür. Birden çok kişinin ata binmesi adeti öteki Türk boylarında da vardı. Türkler, at üzerine ikinci bir kişinin binmesi için ayrılan yere sugarsuk, atın arkasına binene de köçük derlerdi.

MS 983-985 yıllarında Uygur başkentine giden Çinli elçi Wang Yente, Uygur Türklerinde mülkiyetin at renklerine göre düzenlendiğini belirtir. Peçenek Türklerinde de benzer biçimde, boylar atların renkleriyle vurgulanır. Sekiz boydan oluşan Peçenekler’in atlara bağlı olarak aldıkları adlar şöyledir:

1) Yavdı Erdim: Parlak Erdem. Parlak atları olan Erdem boyu.
2) Kürekçi Çor: Gök (Mavi) Çor. Gök (mavi) atları olan Çor'un boyu.
3) Kabukşın Yula: Ağaç kabuğu renginde atları olan Yula'nın boyu.
4) Suru Kül-Bey: Boz atları olan Kül-Bey'in boyu.
5) Kara Bay: Kara atları olan Bay'ın boyu.
6) Boru Tolmaç: Koyu renkli atları olan Dilmaç'ın boyu.
7) Yazı Kaban: Kaban boyu (net değildir).
8) Bula Çoban: Alaca atları olan Çoban'ın boyu.

 

Yukarıda Peçenek boylarının adlarında geçen Çor, Yula, Bay, Dilmaç, Çoban (Çaban) terimleri kişi adı değil, unvandır. Mesela Çoban, koyun güden anlamında değildir.


Türk Ordusunda At

Hun Türkleri, binicilik ve savaş eğitimlerine daha çocukken başlar; önce koyuna, sonra taya, en sonra da ata binilerek süvarilik öğrenilirdi. 4-6. yüzyıl Roma ve Batı kaynaklarına göre "Daha yeni yürümeğe başlayan Hun çocuğunun yanında eyerlenmiş bir at hazır bulunurdu", "Hunlar at üstünde yerler, içerler, konuşurlar, alış-veriş yaparlar, uyurlardı", "At başka kavimleri yalnızca sırtında taşır, ama Hunlar at üstünde ikamet ederlerdi". 7-10. yüzyıl Bizans kaynaklarına göre "Türkler sanki at üstünde doğmuşlardır, sanki yerde yürümesini bilmezler". Çin kaynaklarına göre, en iyi at eğiticisi olan Asya Hunları, kimsenin dokunamadığı yaban atlarını yakalayıp evcilleştirirlerdi. Benzeri bilgilere Çin, Roma, Bizans, Rus, Süryani, İslam vb kaynaklarda 14. yüzyıla değin rastlanır.

Hun, Göktürk, Selçuklu, Türk-Moğol ve Osmanlı kağanlıkları (=imparatorlukları) at üzerinde yaşayarak ve savaşarak kurulmuştur. Türkler yaşın (=şimşek) gibi hızlı atlarıyla kolaylıkla fetihler yapar, uzak-yakın ülkeleri ele geçirirlerdi. Ağır zırhlı orduları baskın ve ani saldırılarla şaşkına çevirir, girişimi daima elde bulundurarak düşman saflarını bozar, sonunda da yok etme saldırısını başlatırlardı. Bu durum, zaferin az bir kayıpla kazanılmasını sağlardı. Bundan ötürü Ortaçağ kaynakları, Türk savaşçılarının "kasırga gibi birdenbire görünüp, kuşlar gibi uzaklaştıklarını" şaşkınlıkla tasvir etmişlerdir. Eski Türklerin atlı birlikleri, çağımızın zırhlı birlikleri gücündeydi.

Büyük çoğunluğu okçu atlılardan kurulu Türk orduları, atın sağladığı hız ile ağır ve kütle muharebesi yapan yabancı ordular karşısında üstünlük kazanırlardı. Bozkır savaş yönteminin iki önemli özelliği vardı: sahte geri çekilme ve pusu. Yani kaçarmış gibi geri çekilerek, düşmanı çember içine almak için pusu kurulmuş yere çekmek. Yada Türk yurdunun eski adından ötürü adı verilen bu savaş oyununun temel faktörü at ve atın sağladığı süratti. Atın sağlamış olduğu sürat olmasa bu taktik uygulanamazdı. Türkler, Bozkır döneminde ve daha sonra da (1071 Malazgirt, 1369 Niğbolu, 1526 Mohaç, Kurtuluş Savaşı'ndaki bir çok çarpışma vb) bu taktiği büyük bir beceri ile uygulamışlardır.

Göçebe Türk Kağanlıklarında at, askeri gücün kaynağı idi. Bundan ötürü Türkler, çok sayıda at yetiştirirlerdi. MÖ 49 yılında bir Hun ailesinin 7000 atı, MS 83 yılında da başka bir ailenin 20.000 atı olduğu saptanmıştır. Göktürk han ve beylerinin de at sürüleri sayısızdı, yüz binlere varıyordu. Göktürkler çağında, Kırgız ve Basmıl Türklerine komşu olan bir Türk boyu adını atlarının renginden almıştı. Bunların Oğuzlardan Alayondlu boyu olduğu anlaşılıyor. Nitekim 8. yüzyıldan kalma Tibetçe bir belgede Alayondlu (Ha la-yun long) boyunun kalabalık ve zengin olup, en iyi Türk (Drugu) atlarını yetiştirdiği bildirilir.

Türk atlıları, savaş alanında atların renklerine göre belli kanatlarda yer alırlardı. MÖ 201'de Çin imparatoru Kao-ti'yi kuşatan Motun'un (Mete) savaş düzeni de böyle idi ve doğuda boz atlılar, batıda kır atlılar, kuzeyde yağız atlılar, güneyde doru atlılar yer almıştı. Savaşa girecek atların kuyruklarının kesilmesi de eski Türklerde yaygın bir gelenekti. Çetin savaşlara girmek üzere hazırlanan savaşçılar atlarının kuyruklarını kesip tuğ yaparak kendilerinin fedai olduklarını ilan ederlerdi; savaşçı savaşta ölürse, kesilmiş olan atının kuyruğu mezarına dikilirdi. Zafer için Tanrı'ya yapılan eski at kurbanlarının bir tür devamı olan bu gelenek, daha sonraları atın kuyruğunu düğümleme biçiminde devam etmiş, Osmanlılarca da uygulanmıştır. Ayrıca aynı gelenek (savaşa giden savaşçının atının kuyruğunu düğümlemesi) Kuzey Amerika Kızılderililerinde de vardı.

Eski Türklerde kutsal Türk sancağı tuğ idi. Türk devletinin ve bağımsızlığınının simgesi olan tuğ'un başına at kuyrukları bağlanırdı. Tuğ dört bölümden oluşurdu: süslenmiş tuğ direği; direğin başına bağlanmış at kuyrukları; tuğ başı (direğin başına konulur ve kuyrukların bağ yerini gizlerdi); tuğ başının üzerine konulan kurt başı.


Eski Türk Dini ve Mitolojisinde At

Eski Türklerde Gök Tanrı ve atalara kurban olarak hayvan kesilirdi. Kurban, hayvanın erkeğinden olurdu. Dede Korkut Kitabı'nda yiğitler koyundan koç, deveden buğra, attan aygır kırdırırlar yani kestirirler. En geçerli kurban olan at iskeletlerine Bozkır Türk boylarından kalma sinlerde (mezarlarda) rastlanır. Bundan ötürü Asya Hun, Göktürk, Avrupa Hun ve Avrupa Avarları'nın mezarlarında bol oranda at iskeleti bulunmuştur. Çin kaynakları Hun Kağanının her yıl dağda, göğe at kurban ettiğinden söz ederler. Bu kurban törenlerinde özellikle ak at kullanılırdı. Gök Tanrı'ya kurban verme işlemleri Proto-Türk ve Hun dönemlerinde olduğu gibi, Göktürk döneminde de sürmüştür. Bu dönemde av sırasında at, vurularak da kurban edilirdi.

Yanlış olarak kurgan diye adlandırılan (kurgan Eski Türkçe'de korunulacak yer, kale anlamına gelir; Eski Türkler mezara sin, gömüt, bark gibi adlar verirlerdi) Eski Türk mezarlarında, ölüye öteki dünyada hizmet etmesi için gömülmüş atlara rastlanmıştır. Çok kez yas belirtisi olmak üzere atların kuyrukları kesilmiş yada düğümlenmiştir. Atın kurban edilmesi İbn Fadlan'ın seyahatnamesinde de anlatılır. Kesilmiş ağaçlar üzerinde mezarın başına asılan at, ölünün uçmağa (=cennete) giderken bineceği attır. Müslümanlık döneminde de kimi Türk hükümdarları atıyla birlikte gömülmüş yada atının tek başına gömülmesi için tıpkı İslam öncesi dönemde olduğu gibi- mezar yapılmıştır.

Türklerle ilgili birçok efsane ve destanda at, sahibinin yakın arkadaşı, zafer ortağı ve en değerli varlığı olarak geçer. At, Türk kozmolojisine göre su unsurunun hayvan biçimli timsalidir. Su kökenli atlar denilen sudan çıkan kanatlı atları anlatan efsaneler bu unsurla ilgilidir. Ayrıca, ak atların üzerinde beneklerin bulunması da uğurlu sayılmakta olup yine bu unsurla ilişkilidir. Başka bir efsanevi at ise gök kökenli atlardır. Bu atlar kanatlı olarak düşünülmüşlerdir. Atla ilgili mitolojik motifler İslamlıktan sonra da devam etmiştir. Hz. Muhammed'i miraca çıkaran Burak, Kur'an'da betimlenmemesine karşın, insan yüzlü ve gövdesi benekli bir at biçiminde tasvir edilmiştir.

Türk destanlarında at en önemli unsurlardan biridir. Bir çok destanda at, alp'ın (alp= kahraman, yiğit, şövalye) hem bu dünyada silah arkadaşı olduğu için, hem de öldükten sonra öteki dünyada yoldaşı olacağı için ayrı ve eşsiz bir değer taşır. Türkler atların denizden çıkan, dağdan inen yada gökten, yelden, mağaradan gelen kutsal aygırlardan türediğine de inanırlardı. Çin kaynaklarında Hunların Asya'nın en güzel, en uzun koşan atlarını yetiştirdikleri kaydedilmiştir. Cins atına binen Motun (Mete) Han'a kimse yetişemezdi. Kırgız Türklerinin destan kahramanı olan Manas'ın ak-kula donlu, soylu güzel atına da kimse yetişemezdi. Oğuz Kağan Destanı'nda Oğuz'un çocukluğu "At sürüleri güder, ata biner idi" sözleri ile övülüyordu. Oğuz Kağan, ilk kahramanlığını da at sürülerini ve halkı yiyen canavarı öldürerek göstermişti. Yine Buz Dağı'na kaçan atını bulup getiren bir bey'e Karluk adını vermiş, onu beylere baş yapmıştı. Böylece Karluk Türklerinin ad alışında da bir at rol almış oluyordu. Eski Türklerin at'a verdikleri önem atasözü ve deyimlerine de yansımıştı; "Yayan erin umudu olmaz", "At işler, er öğünür", "At, Türk'ün kanadıdır", "Türk, çadırda doğar, at üstünde ölür", "At ölümü, er ölümü olmasın", "Kuş kanadı ile, er atı ile", "At'a kuyruk, yiğide bıyık yakışır", "Atı kuyruklu olanın sözü buyruklu olur" sözlerini sık sık söylerlerdi. Bir Türkmen atasözünde ise şöyle denilir: "Sabah kalk atanı (=babanı) gör, atandan sonra atını gör".

Savaşlarda atlar binicisine göre giydirilir ve zırhla donatılırdı. Savaştan önce at yarışları düzenlenir, savaş sonrasında at en değerli ganimetlerden sayılırdı. Oğuz Kağan, güney akınları sırasında sayısız atı ganimet olarak almıştır. Semetey de, babası Manas ölünce onun atını ve eşyasını alır. At yarışlarına bütün Türk boylarınca çok önem verilirdi. Yarışa katılmak, kazanmaktan daha önemliydi. Kahramanlar aygıra binerlerdi. Çünkü Türk atlarının aygırları makbuldü. Aygır olmayan atı Türkler iğdiş ederlerdi. Böylece atlar daha dayanıklı olurdu. Türklerin iğdiş edilmiş bu atları Arap ülkelerinde de kullanılırdı.

Alpların ölümünde at onların vefalı bir arkadaşı ve yoldaşıdır. Manas'ın ilk ölümünde atı yas tutmuş, yemeden içmeden kesilmiştir. İli ırmağı boyunda yaşayan Türk boylarının Er Töştük Destanı'nda, Er Töştük'ün karısının Çal-Kuyruk adlı kutsal bir atı vardır. Bu at'a Tanrı bin at gücü vermiştir. Er Töştük'le konuşur, ona akıl verir. Şeytan, Er Töştük'ü öldürünce o diriltir. Birçok serüvenden sonra karı, koca ve atları üç kişi olarak mutlu günler yaşarlar. Manas Destanı'nda, Almam Bet Kalmuklar'ca öldürülünce atı Sarıala, savaş alanında yelesinden ve kuyruğundan ayrıldığı, zayıfladığı halde, perişan durumuna bakmadan, sahibinin ölüsünü düşmana bırakmayıp Talas'a getirir.

Türk destanlarında atın kişilik kazandığı görülür. Kırgız Türkleri, güzel ve cesur atlara Gök Kurt anlamında "Gök Börü" derlerdi. Köroğlu'nun ünlü kır atı, bir insan gibi dokuz ay dokuz günde doğmuştur. Bir insan gibi zeki ve anlayışlıdır. Köroğlu'nun yiğitleri ile birlikte tutsak edilince, kimse kendisini almasın diye kör ve topal taklidi yapar. Dede Korkut Destanları'nda Bamsı Beyrek, zindandan çıkıncaya değin kendisini 16 yıl bekleyen atına şöyle seslenir:

At demezem sana
Kardaş direm
Kardaşımdan ileri

Türk destan ve efsanelerinde at kutsaldır, gücünü de Tanrı verir. Yakut Türklerinin Er Sogotoh Destanı'nda sarı at, kutsal ve güçlüdür. Er Sogotoh güney seferine çıktığında Kan Irmağı'nı geçemez, atı uçarak onu ırmağın ötesine geçirir. Er Sogotoh'un atı gibi Köroğlu'nun atı da yüzer. Bir keresinde düşmanları Köroğlu'nu izlerken o atını derin bir suya salar; düşmanları boğulur, atı yüzerek onu kurtarır. Köroğlu'nun atının ayakları koşarken yere değmez; babası atın ahırda beslenirken biraz ışık görmüş olduğunu, ışık görmeseydi kanatlı olacağını söyler. Kır At'ın ayağına koşarken çamur bulaşmaz; yelden tez gider, kuş gibi uçar, yüksek kale duvarlarını aşar, gökte uçan kuşu kovalar. Manas Destanı'nda Almam Bet de atıyla, uçan serçeyi yakalar. Köroğlu Destanı'nın sonunda, Kır At ölünce Köroğlu kendini savunmaz. Çünkü Kır At'tan sonra ona yaşamak gerekli değildir; başını katillere uzatır...

Oğuzlarda atların başları çok kez koç ve toklu başlarına benzetilirdi. At türünü anlatmak için de yund sözü kullanılırdı. İyi at için kullanılan deyim, eskiden ve şimdi olduğu gibi, yügrük/yögrük sözüdür. Oğuz destanlarında soylu atlardan bidev atlar olarak söz edilir ve bu atlar "bidev atlar ısın görüp okradıkta" deyimi ile övülür. Ancak, Dede Korkut Destanları'nın öz atı Kazılık Atıdır. Kazılık atı "yelesi kara" diye vasıflandırılır ve sık sık anılır. Bu at, Oğuz Türklerinin ünlü dağı olan, yaz-kış karı buzu erimeyen Kazılık Dağı'nın koyak ve eteklerinde yetiştiği için bu adla anılmıştır.

Türklerin ata karşı duydukları sevgi inançlarına da yansımıştı. Aşağıda Türklerin atla ilgili inançlarından örnekler vardır. Bunlara Anadolu Türkleri de dahil olmak üzere çeşitli Türk boyları arasında hala inanılmaktadır.

-  At, bir evin önünde başı eve doğru bağlanırsa soluğu ile o eve bereket ve uğur getirir.
-  Bir kişi sabahleyin gün doğmadan kır ata binerek bir dereden yedi kez geçerse ona büyü etki yapmaz.
-  Bir evde at olursa o eve cin, şeytan girmez.
-  Atın gözü yaşarırsa ya sahibi yada sahibinin yakınlarından biri ölecek demektir.
-  At başı suya atılırsa yağmur yağar.
-  Nazardan korunmak için eve at başı asılır.
-  At'ın soluğu hastalığa iyi gelir.

Şaman törenlerinde at, kamı/şamanı gökyüzüne çıkaran binek ve kurbanlık hayvan olarak önem kazanmıştır. Şaman davulu da her zaman at olarak nitelendirilmiştir. At, Gök Tanrı'nın simgelerinden biri olarak önem kazanmış ve kurban olarak da ona sunulmuştur. Şamanist mitolojide at, kam'a/şaman'a göğe çıkma olanağı sağladığı için çoğu kez kanatlı olarak düşünülmüştür. Şaman göğe çıkmak için, ak at yelesinden yapılmış çelenkleri ağaçlara asar. Cengiz Han'ın kam'ı Teptengeri, ruhlarla konuşmak için görünmezlerden gelen bir boz ata binip göklere çıkardı. Kimi Türk toplulukları ise ruhların atlarını, Dünya'nın eksenini oluşturan Demirkazık'a (Kutup Yıldızı'na) bağladıklarına inanırlardı.

Bunca sözden sonra konuşmamızı eski bir Türk atasözünü, yeryüzündeki bütün Türkler ve bütün Türk boyları için dua niyetiyle söyleyerek bitirelim:

At Ölümü, Er Ölümü Olmasın

İskit-Saka İmparatorluğu

Batılıların Türkleri Avrupa'dan atma girişimleri karşısında Türklerin Avrupa'nın eski halkları içinde yer aldığını göstermek üzere Atatürk'ün ilk incelettiği eski Türk devletleri içinde İskitler ön sırada yer almaktadır. Tarihin ilk dönemlerinde ortaya çıkan ve Orta-Asya'dan hareketle Avrupa'ya gelen ve burada yaygın bir imparatorluk kuran İskitlerin Türk kökenli olduğu konusunda birçok tarih kaynağı birleşmektedir. Tarihin ilk dönemlerinin en büyük imparatorluğunu kurmuş olan İskitler ve Sakalar Atatürk'ün de haklı olarak belirttiği gibi Avrupa'ya gelen ve ilk Avrupa devletini kuran Türklerdir.

İskitler, M.Ö.VII yüzyılda Avrupa ile Asya'nın batı kesiminde, Tuna ile Volga ırmakları arasındaki bölgede yaşamış bir Türk kavmidir. Karadeniz'in kuzey kısımlarında daha önceleri yaşayan Kimmerler Türkistan ve Batı Sibirya'dan gelen İskitler tarafından dağıtılmışlar ve Güney Rusya bozkırlarının dışına sürülmüşlerdir. Yunanlılar tarafından İskit (Skuthoi), İranlılar tarafından
"Saka" adı ile anılan bu kavim, Hintlilerce "Caka" diye biliniyordu. İskitler kendi bölgelerinde zamanlarının en ileri uygarlığını kurmuş olmalarına karşın, sonraları çeşitli nedenlerle imparatorluk dağılmış ve halk başka ülkelere göç etmiştir. Ünlü tarihçi Herodot, İskit adının Karadeniz'in kuzeyinde yaşayan yerli halkın kullandığı "Skolot" ya da "Oskolot" sözcüğünden geldiğini ileri sürmektedir. Eski dönem coğrafyasında Karadeniz'in kuzey bölgesine İskitya adı verilmektedir. Bu bölgenin mi kavime, yoksa kavimin mi bu bölgeye adını verdiği tarihçiler arasında tartışma konusudur. Ayrıca İskit adını bu kavimin mi kendisine verdiği, yoksa bu kavim hakkında bilgilerin merkezi olan Yunan kaynaklarının sahibi olan Grek tarihçilerinin mi bu adı taktığı da tartışmalı konular arasındadır.

İskitlerin ilk yurtlarının Tanrı Dağları, Fergana ve Kaşgar bölgesi olduğu benimsenmektedir. Sakaların ilk boyları M.Ö.VIII yüzyılda bu bölgeden batıya göç etmişlerdir. Bu göç edenlerden bir grubun Aral gölü dolayında, Seyhun nehri ağzı çevresinde yerleştikleri, diğer bir grubun ise Hazar Denizi'nin kuzeyinden geçerek Güney Rusya'ya gittikleri ve o tarihlerde o bölgede yaşamakta olan Kimmerleri Kafkasya'nın güneyine, Ön Asya'ya doğru göçe zorlayarak yerlerini aldıkları kesin olarak bilinmektedir. İskitlerin konuştukları dil ile İran dili arasında bazı benzerlikler olması nedeniyle tarihçilerin bir kısmı da İskitleri İran asıllı olarak benimsemek eğilimindedir. Diller arasındaki benzerliklere bakarak bir kavimin kökeni hakkında karar vermek son derece hatalı bir tutumdur. Bugün Türkçe'de yaşayan Arapça ve Farsça sözcüklere bakarak Türklerin Arap veya Fars kökenli oldukları ileri sürülemeyeceğine göre, İskit dilindeki İran asıllı sözcüklerin de bu kavimin İran asıllı olduğunu göstermesi yetersiz bir delildir. Ne var ki, İskitlerin geldikleri bölgenin Türkistan olması İskitlerin bir Türk kavimi olduğu konusunda daha güçlü bir kanıtıdır.

İskitler hakkındaki bilgilerin çoğunluğu Yunan kaynaklarından gelmektedir. O kaynaklarda ise İskitlerin İranlı olduklarına dair herhangi bir bilgi yoktur. Herodot tarihi ise İskitlerin Asya'dan geldiklerini ve Massagetlerin baskısı ile Batı'ya göç etmeye zorlandıklarını belirtmektedir. Ayrıca İran İmparatoru Darius'un İskit ülkesini ele geçirmek için açtığı savaşı anlatırken, Herodot, İskitlerin kesinlikle İranlılara benzemediğini açıklamaktadır. İran da tıpkı Anadolu gibi tarihin çeşitli dönemlerinde birçok kavimin gelip yerleştiği bir bölge olduğundan, birçok kavim veya boy ile kültürel etkileşimi olmuştur. Herodot'un tanımlamasına göre İskitler kentlere yerleşmiyorlardı. Beraberlerinde götürdükleri atlı arabalarda yaşıyorlardı. At sırtında, yay ve ok ile savaşa alışmış bir kavim olan İskitler, yiyecek için tarıma değil, hayvan sürülerine dayanıyorlardı. Genellikle pantolon ve bot giyip, atlarında üzengi kullanıyorlardı. İskitler domuz eti yemedikleri gibi bu hayvanı kesinlikle yetiştirmezlerdi. İskitlerin Türklere benzeyen birçok yanı vardı, üstelik araba içinde yaşamaları Türk olmayan göçebe kavimlerde pek sık rastlanmayan bir adetti.

Bu özelliklerin farkına varan tarihçilerin hemen hepsi İskitleri Türk saymaktadırlar. Ancak, bazı Türk tarihçileri de İskitleri yeterince incelemeden Türk olarak benimsememektedirler. Arabalarda yaşayan İskitler sürekli olarak civar bölgelere akınlar yaptıkları için komşu ulusların sürekli korktukları bir kavim olmuştur. İran'da Medler, Persler tarafından uzaklaştırılınca Güney Rusya ve Aral bölgesine doğru göç etmişler, ama İskitlerle yaptıkları savaşlarda yenilmişlerdir. İran imparatoru Sirüs son seferini İskitler üzerine yapmış ve Aral bölgesinde M.Ö.529 da yenilmiştir. Bu tarihlerde İskit İmparatoru Tomris isimli bir kadındır. Daha sonraları ise Darius'un yaptığı seferler boşa çıkmıştır. İskitler yalnız İran cephesinde değil, sınırları bulunan tüm cephelerde sürekli savaşmış cengâver bir ulus olarak tarihe geçmişlerdir.

İskitler, Asur kaynaklarında
"Cogu" diye anılan hükümdarlarının yönetiminde Kuzey Kafkasya yolunu izleyerek göç etmişler ve bu bölgede yaşayan ve gene proto-Türk sayılan Kimmerleri sürmüşlerdir.


İskit Sanatı

İskitler göçebe bir ulus olmalarına karşın kendi dönemlerinde önemli bir uygarlık yaratmışlardır. İskit eserleri günümüzde bile o bölgede görülebilmekte, bazıları ise müzelerde izlenebilmektedir. Özellikle İskit vazosu Batı dünyasında çok tanınmıştır. Arabalarda yaşayan İskitler kendi yaptıkları eşyalarını da beraberlerinde taşırlardı. Mücevherden başlayarak çeşitli süs eşyası yapan İskitler, yepyeni bir sanat yaratmışlardı. Daha sonraları aynı bölgeye gelerek yaşayan ve devlet kuran Hunların da İskitlere benzer bir yaşam biçimine ve özelliklere sahip bulunması da İskitlerin Türk olması savını güçlendirmekledir. İskitlerin kültür ve sanat eserleri de bu savı doğrulamaktadır.

İskitlerle ilgili kazılar, İskitlerin gelişmesi hakkında genel bir görüş vermektedir. Başlangıçta İskit kültür merkezi güneydoğu bozkırlarına, Kuban ve Taman Yarımadası'na doğru kaymaktadır. Martonaşa ve Melgunov kazılarının gösterdiği gibi İskitler Güney Ukrayna'da aşağı Dinyeper ve aşağı Buğ arasında dağınık bir egemenlik kurmuşlardı. Ancak M.Ö. IV. asırda İskit kültürü Ukrayna'da gelişebilmiştir.

Solokha ve Denev kurganlarının gösterdiğine göre ise M.Ö.III. yüzyılda İskit uygarlığı en üst düzeyine çıkmıştır. İskit yayılmasının Batı'da erişebildiği en kuzey uç kuzeydeki ormanlık bozkırların sınırı Voronej yöresi olmuştur.

Kuzeydoğuya doğru İskit yayılması yukarı çıkarak Saratov bölgesine erişmiştir. Bu bölgede yapılan önemli kazılar Savromal adlı bir İskit boyunun bu bölgede yerleştiğini açıklığa kavuşturmuştur. İskitler Ukrayna'da tam bir köy kültürü yaratmışlardır. İskitler yarattıkları yüksek kültür ile komşu ulusları da etkileri altına almışlardır. Bugün müzelerde bulunan sanat eserleri İskitlerin uygarlık düzeylerinin ne kadar yüksek olduğunu göstermekledir. İskit sanatı doğrudan Yunan sanatını da etkilemiştir. Doğu'dan gelen göçler nedeniyle İskitler Avrupa'nın batısına doğru göç etmeye başlayınca İskit sanatı bütün Avrupa'ya yayıldı. İskitlerin yalnız erkekleri değil, kadınları da usta savaşçı idiler. İskit kadınlarının cesaretleri ve beceriklilikleri dillere destan olmuştur. İskit toplumunda kadının yeri çok yüksekti. Toplumun ve devletin en üst makamlarına kadar kadınlar yükselebiliyorlardı. İskit hükümdarları arasında kadınların da önemli yeri vardır.

İskitler çiftçi ve göçebe olmak üzere ikiye ayrılırlardı. Çiftçiler daha uygardılar. Göçebeler ise arabalarda yaşarlardı. Elverişli buldukları yerlerde uzun süre yaşarlar, sonra da kendilerine yeni yurtlar ararlardı. İklim ve mevsime göre İskitlerin yurtlarını değiştirdikleri anlaşılmıştır. Arabaları iki, üç veya daha fazla öküz ile çekilirdi. Göç zamanında kadınlar araba içinde, erkekler at üstünde, arabaların yanında giderlerdi. Asya'nın kuraklığı yüzünden durmadan göç ederler, ancak elverişli bir yer bulduktan sonra yerleşirler ve ilkel köy toplulukları oluştururlardı. Eski Türkler'de olduğu gibi İskitler'de en geçerli hayvan at idi. Kesilen kurbanlar kazanlarda pişirilerek dağıtılırdı. İskitler şarap yaparlar ve içmeyi severlerdi. Şarabın yanında İskitlerde kımız gibi bir içkinin bulunması da bu kavimin Türklüğünü gösteren başka bir göstergedir. İçkiyi seven İskitler, içki içmenin yöntemini de bilirlerdi. Eski tarih kitaplarında Ispartalılara susuz şarap içmesini İskitlerin öğrettiği yazılıdır.

İskitler M.Ö. VI. yüzyılda Ön Asya'ya akınlar yaptıkları sırada bronz çağını bırakarak demir çağına geçmişlerdir. İskit sanatının başlangıcı Kelt-Tuna bölgesindeki Hallstat demir tekniğinden de geniş ölçülerde yararlanmıştır. Bronz tekniği konusunda ise aynı bölgede İskitlerden önce yaşamış olan proto-Türk bir kavim olan Kimmerlerin İskit sanatı üzerinde geniş etkileri olmuştur. Kuban bölgesinde bulunan İskit dönemi sanat eserlerinin bir kısmında ise Asur ve Babil sanatının etkileri görülmüştür. İskit hayvan sanatı, Asur veya Yunan natüralizminin süsleme biçimine dönüştürülmesiyle meydana gelmiştir.

Bozkır estetiği, İskitler aracılığı ile Güney Rusya'ya yerleşmiştir. İskitler göçebe yaşam biçimleri nedeniyle, resim, heykel ve kabartmacılık gibi sanat alanlarına yabancı kalmışlardır. Bütün lüksleri elbise, kuyumculuk ve koşum takımları yapmaktan öteye gitmiyordu. Kemer kopçası, kılıç tasması, eyer halkaları, araba süsleri, bayrak direkleri, halılar hep İskitlere özgü bir stilde yapılmıştı. İskitler geyik ve yaban eşeği sürülerini kovalamak, ceylanlarla kurtların kapışmasını izlemekten zevk alarak tüm yaşamlarını at üzerinde geçiriyorlardı. Hayvanlar arası çekişmeler İskit sanatını konu olarak etkilemiş ve hayvan figürleri İskit sanat eserlerinde çokça yer almıştır. İskit sanatında sırf süsleme amacıyla geometrik desenler içinde hayvan biçimleri görülmektedir. Sanatta hayvan biçimlerinin stilize olmasına İskitlerin katkısı büyüktür. Gerçekçi hayvan resimleri İskit süsleme sanatının temelini oluşturmuştur. Uzuvların ve organların ezilmesi, yırtıcı hayvanların diğer canlıları parçalamaları, ayıların pençelerinde kıvranan geyikler sıkça işlenen konular arasında yer almıştır. Yukarı Volga ormanlık bölgesine doğru ilerleyen İskit bozkır sanatı Fin-Uygur kaynaklı olan, Kazan civarındaki Anonin uygarlığını etkilemiştir. Bu bölgede yapılan kazılarda İskit izleri taşıyan hayvan figürlerine çokça rastlanmıştır. Orta Sibirya bölgelerine kadar İskit bozkır sanatının etkileri yayılmıştır. İskit sanatı çok yaygınlık kazanmış ama, dağılırken de zayıflamıştır. Sibirya ormanlarında bu devirden örnekler bulunmuştur.

M.Ö. III. yüzyılda İskitlerle benzer özellikler gösteren ve Kuzey İran'dan gelen göçebe bir kavim olan Sarmatlar İskitlerin bölgesini ele geçirip İskitleri Batı Avrupa'ya doğru sürmüşlerdir. İskit sanatının M.Ö.III. yüzyılda Sarmat sanatına geçişi Aleksandrapol’daki kazılar aracılığıyla kesinlik kazanmıştır. İskitler külahlı, geniş elbiseli ve natüralist bir hayvan sanatının temsilcileriyken, Sarmatlar konik külah ve zırh etekliği giyen mızraklı süvarilerdi. İskit sanatındaki Batı etkilerine karşı Sarmatlar kesinlikle Doğu etkisine sahip bir sanat geliştirmişlerdi. Sarmatların egemenliğinden sonra bile birkaç yüzyıl İskit sanatı hem Doğu'da, hem de Batı'da etkisini sürdürmüştür.



İskitler'de İnanç ve Gelenekler

Atlı kavimler uygarlığının kurucusu olan İskitler Çin'den Tuna'ya kadar olan geniş bozkırlara egemen olmuşlardır. Helenistik dönemde İskit sözcüğü tüm kuzey ve doğu barbarlarını içine almıştır. İskitler her bakımdan atlı bir uygarlığın temsilcisi oldukları için barbar sözcüğü ile tanımlanmışlardır. Tüm göçebelerde ve dağlı kavimlerde olduğu gibi İskitlerde de ruhsal yaşama inanış öncelik taşımıştır.

Tüm yaşamları doğa ile savaşım ve kaynaşma olan bu insanlar zaman zaman bazı korkunç ve garip doğa olayları ile karşılaşmışlardır. Açıklayamadıkları bu tür doğal olayları genellikle ruhlara bağlamışlardır. İskitler kutsal saydıkları her şeyin ve cismin bir ruh taşıdığına inanmışlardır. Greklerle temastan önceki İskit dininde Şamanizme ait önemli kalıntılar bulunmaktadır. Şamanizm genellikle Orta Asya ve Sibirya kavimlerinin dini olup, sihirbaz anlamına gelen şaman sözcüğünden türetilmiştir. İskitler'de de Şamanların varolduğu Herodot tarihinden öğrenilmektedir. Şamanizm İskitler aracılığı ile Traklara da geçmiştir. İskit dininde Şamanizm ile beraber görünen öğeler Türk-Moğol kültüründe de bulunmaktadır. İskitler tarih sahnesine çok çabuk girdikleri gibi, aynı hızla da yok olmuşlardır. Kendileri zamanla yok olmuşlar, ama oluşturdukları yüksek kültürel değerler bir süre daha tarih sahnesinde etkisini sürdürmüştür. Yaşadıkları yerlerde paganizm İskitler'den sonra da sürüp gitmiştir. Güçlü dinsel inançları, bazı ticaret ilişkileri ile İskandinav ülkelerine kadar yayılmıştır.

İçki içme geleneği İskitlerde epeyce yaygındı. Orta Asya Türklerinde görülen kısrak sütünden yapılan kımız ve baldan yapılan, keyif verici bir içki olan meth en çok kullandıkları içki türlerindendi. Bunlara ek olarak, Karadeniz'de Grek kolonilerinin kurulmasıyla şarap da İskitya'ya gelmiştir. İskitler sert şarapları su katmadan içmesini severlerdi. Grekler'de ölçüsüz şarap içmek "İskitçe" içmek gibi adlandırılırdı.

Gene eski Yunan tarihçilerinin verdikleri bilgilerden İskitya'daki tıp ve hekimlik çalışmaları konusunda genel bir düşünceye sahip olunabilmektedir. Tüm zamanların en büyük hekimi olarak kabul edilen Hipokrat uzun bir süre İskitler arasında yaşamıştır. Hipokrat'ın yazdıkları, İskitler hakkında bazı ilginç bilgiler vermektedir. Eski Yunanlılar Truva savaşlarından sonra İskit ülkesini tanımışlar, Karadeniz'de yeni koloniler kurmaya başladıktan sonra İskitya'nın içine girmişler ve halkla yakın ilişkiler kurmuşlardır. Yunanlılar İskitler'le yalnız ekonomik değil, her alanda ilişkiler geliştirmişlerdir. İskit hekim ve filozofu Anaharsis'in annesinin Yunanlı, tanınmış Yunan hatibi Demosten'in büyük annesinin İskit olması bu iki ulus arasında yakın akrabalık ilişkilerinin kurulduğunu da göstermektedir. Yunanlı tarihçiler, yüksek İskit uygarlığını benimserlerken, kendi dönemlerinin en ileri bilgilerine sahip olduklarını yazarlarken; Batılı tarihçiler, Hıristiyanlığın etkisiyle, İskitlerin Orta Asya kökenli oluşları yüzünden bu uygarlığı görmezlikten gelmişler ve uygarlığın Yunanistan'da doğduğunu ileri sürmüşlerdir. Oysa Yunan uygarlığı İskit etkisiyle oluşmuş ve buraya uygarlık ışığını İskit Türkleri getirmiştir.

İskit-Saka İmparatorluğu, tarihin en eski çağlarında Türklerin kuzey yolu ile hem Anadolu'ya hem de Avrupa'ya gelmelerini göstermesi açısından son derece ilginçtir. Batılı tarihçilerin ileri sürdükleri gibi, Türkler ilk kez Osmanlılarla Avrupa'ya gelmemişler, aksine İskitler aracılığıyla en eski çağlarda Avrupalı olmuşlardır. Türkler bu açıdan hem Asyalı, hem de Avrupalı bir ulustur. Nitekim bu gerçeği çok iyi kavrayan Atatürk, hem İskitlere, hem de Hititlerle Sümerlere tarih incelemelerinde çok önem vermiştir.

 

Top