Atatürk İlkeleri



İnkılâpçılık

İnkılâp, Arapça Kalp kelimesinden gelmekte olup, bir milletin sahip olduğu siyasi, sosyal ve askeri alanlardaki kurumların ,devlet eliyle makul ve ölçülü metotlar çerçevesinde köklü bir biçimde değiştirilmesi olarak tanımlanmaktadır. İnkılâp çoğu zaman ihtilal kelimesi ile karıştırılmaktadır. Oysa ihtilal, inkılabın başlangıç evresini, mevcut otoriteye karşı gelmeyi, zora başvurmayı öngören kısmını ifade etmektedir. Bir inkılâp hareketi genel olarak üç aşamada gerçekleşmektedir.Bu aşamalar:

1-Fikir safhası(Aydınların, düşünürlerin, filozofların fikirlerinin toplum bilincinde kavranması aşamasıdır)

2-Aksiyon veya Eylem safhası (Mevcut sistemin geniş bir halk hareketi ile yıkılması işinin gerçekleştirildiği safhadır.Başka bir ifade ile ihtilal safhasıdır)

3-Yeni bir düzen kurulması safhası(Yıkılan ve bozulan düzenin yerine halkın beklentilerine cevap verebilecek yeni bir sistemin kurulması işinin gerçekleştirildiği safhadır.)

İnkılâpçılık ise; kurucu ve yapıcı bir düşünce ile modern toplum hayatında yeni ilerleme ve gelişmelere imkan hazırlamaya yönelik bir düşünceyi benimsemektir.İnkılâpçılık, Atatürk’ün diğer ilkelerini de içine alan bir genel ve ana ilkedir.Bu anlamda yapılan bütün inkılâplara sahip çıkmayı ifade eder.

Atatürk’ün Inkılâpçılık Anlayışı

Atatürk’e göre Türk inkılâbı, Türk Milletini son asırlarca geri bırakmış olan müesseseleri yıkarak, yerine milletin en yüksek medeni icaplara göre ilerlemesini sağlayacak yeni müesseseleri  koymak demektir.Atatürk’ün inkılâpçılık anlayışının temelinde Türk Milletini dünya kültür ve medeniyetinden yararlandırma düşüncesi vardır.Atatürk, Türk Milleti’nin ilerlemesinin devam etmesi ve bunu sağlayan ilke ve inkılâpların güvence altına alınması amacıyla İnkılâpçılık ilkesini, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel prensiplerinden birisi olarak kabul etmiş ve bu ilkeyi de anayasaya koydurmuştur.

Türk inkılâbı aynı anda hem siyasi toplumun temelini ümmet esasından millet esasına çevirmiş, hem meşru siyasi iktidarın temeli olarak kişisel egemenliğe son vererek, millet egemenliğini ilan etmiş, hem dine bağlı (teokratik) devlet yapısının yerine laik devlet yapısını geçirmiş, hem modernleşme ile gelenekçilik arasında bocalamakta olan bir toplumu bu  ikilemden kurtararak Türkiye’nin yüzünü geri dönülmez şekilde çağdaş batı medeniyetine  döndürmüştür. Bütün bunlar yirmi yıldan kısa bir süre içinde olmuştur.

İnkılâpçılık, inkılâbın temel ilkelerinden taviz vermemeyi gerektirir.Çünkü her köklü değişim,toplumun bir kısmını memnun ederken, elbette ki başka bir kesiminin yerleşik menfaatlerine veya inançlarına zarar verecektir.Hele Türk inkılâbı gibi, yüzyıllardır süregelmiş ve modern devlet hayatıyla bağdaşması mümkün olmayan bazı değer, inanç ve geleneklerin tasfiyesine yönelmiş bir kültür inkılâbında ,bazılarının getirilen yenilikleri hiç değilse başlangıçta benimsememeleri, hatta ona karşı aktif direnişe geçmeleri mümkündür. Bu tabii tepkilere karşı inkılâbı kararlılıkla korumak,inkılâpçının görevidir.

 

B-Bütünleyici İlkeler

Bütünleyici ilkeler olarak benimsenen ilkeler, Atatürk İlkelerini çeşitli yönleriyle destekleyen ve tamamlayan ilkelerdir. Bunlar aynı zamanda TC.Devleti ve Türk Milleti’nin dikkat etmesi gereken bazı prensipleri de ortaya koymaktadır.Bu ilkeler:

1)-Milli Egemenlik

a)Milli Egemenlik Nedir?

Egemenlik (Hakimiyet);egemen olma, hakimlik, üstünlük, amirlik manalarına gelmekte ve hükmeden, buyuran, buyruğunu yürütebilen üstün gücü ifade etmek için kullanılmaktadır. Egemenlik ,devlet kudretinin bir vasfıdır. İç hukukta en üstün kudreti, milletlerarası hukukta da bağımsız bir gücü anlatmaktadır.

Milli egemenlik ise;bir milletin kendi kaderine hakim olarak, kendi geleceğini tayin etme gücünü elinde bulundurması demektir. Yani bir milletin kendi kendini idare etmesi, kendine hükümet edecek heyeti seçmesi  anlamına gelmektedir.İç görünüşü itibariyle demokratik rejimi, yani egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu  ortaya koyarken, dış görünüşü ile de milletin özgür ve bağımsız yaşamasını, yani dışa karşı millet birliğini ve bütünlüğünü ifade etmektedir.

Milli egemenlik düşüncesi ilk defa 18. yüzyılda Fransız düşünürü  Jean  Jaques Rousseau  tarafından ortaya atılmış ve bu yüzyılda despot hükümdarlara karşı fertlerin hak ve hürriyetlerini gerçekleştirip, teminat altına almak için girişilmiş olan mücadele ile başlamıştır.Ancak bu fikrin ortaya çıkması, yani halkın da yönetime katılarak, hükümdarın gücünün sınırlandırılması işi 1215 tarihli Magna Charta’ya dayanmaktadır.

Milli egemenlik bir kişi veya sınıfın egemenliğinden uzak olarak, milletin kendi yönetiminde söz sahibi olması anlamına geldiğinden, milletin genel iradesinin ortaya konmasını sağlar ve iktidarın kayıtsız şartsız millete ait olmasını ifade eder.Bu nedenle demokrasinin temel şartıdır.

 

b)Atatürk’ün Milli Egemenlik Hakkındaki Düşünceleri

Atatürk’e göre egemenlik devlet kavramının özünde var olan siyasi bir nüfuz olup, milleti dışta temsil ve başka milletlere karşı savunma yetkisini içeren bir güçtür.Atatürk milli egemenliği ise;bağımsızlık ve demokrasi olarak algılayarak, emperyalizme, baskıya ve esarete karşı milletin haklarını savunmak olarak değerlendirmiştir.Atatürk’e göre milli egemenlik, devlet ve milletin kaderinde etkin ve hakim olması gereken bir değerdir. Çünkü milli egemenlik  adaletin, eşitliğin, hürriyetin dayanağı ve milletin namusu , haysiyeti, şerefidir. Bu sebeple Atatürk milli egemenlik prensibini devletin temel unsurlarından biri haline getirmeye çalışmıştır. Bundan amaç ise; siyasi, sosyal ve ekonomik yönden yabancı etkilerden uzak, milli iradeden oluşmuş bir toplumun meydana gelmesini sağlamaktır. Sadece bununla da yetinmeyen Atatürk’e göre,toplumda  hürriyetin, eşitliğin, adaletin, istikrarın sağlanması ve korunması ancak tam ve kesin bir biçimde milli egemenliğin gerçekleşmiş bulunmasıyla mümkündür. Dolayısıyla O  milli egemenliği, bu öneminden ve devletimizin sonsuza kadar devam etmesi, memleketimizin kuvvetlenmesi, milletimizin refah ve mutluluğu açısından gereken bir değer olarak görmüştür. Atatürk “milli hakimiyet öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, yok olur. Milletlerin esareti üzerine kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkumdurlar” sözleriyle, milli egemenlik prensibinin gücünü ortaya koymakta ve devlet hayatındaki önemini vurgulamaktadır.

c)Türkiye’de Milli Egemenlik Prensibinin Gerçekleştirilmesi

Türkiye’de milli egemenlik prensibinin gerçekleştirilmesi, tamamen Atatürk’ün bu konudaki düşünce ve çalışmalarının eseridir. Çünkü I.Dünya Savaşı sonunda İtilâf Devletleri, Osmanlı topraklarını kağıt üzerinde paylaşmışlar ve Türk Milleti’nin siyasi varlığına tamamen son vererek, üzerinde yaşadığı bin yıllık vatanını ufak bir bölge dışında elinden almışlardır. Dolayısıyla bunun doğal sonucu olarak, 1 Kasım 1918’den itibaren Türk vatanının bazı yerleri işgal edilmiş, Türk ordusu dağıtılmış ve ülke içinde çeşitli ayrılıkçı örgütler ayaklanmalar  başlatmışlardır.

Memleketin içinde bulunduğu bu durum karşısında , ilk önce Anadolu ve Trakya’nın çeşitli şehir ve kasabalarında yaşayan vatansever kişiler tarafından, Müdafaa-i Hukuk adı altında direniş örgütleri kurulmaya başlanmıştır. Ancak temelde vatanı kurtarmak amacıyla kurulan bu cemiyetler, farklı düşünceler sebebiyle dağınım durumdadırlar. Bu güçleri birleştirerek, milli ve genel bir uyanış yaratacak bir mücadeleyi  başlatmak lazımdır. M.Kemal  bu düşünceyi gerçekleştirmek için millet egemenliğini dayalı, tam bağımsız  yeni bir Türk Devleti kurma kararıyla Samsun’a çıkmıştır.M.Kemal’in 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basmasıyla birlikte, Türk tarihinde ilk defa kişisel egemenlikten, milli egemenliğe geçiş süreci başlamıştır. Dolayısıyla, Türkiye’de milli egemenlik prensibinin genel anlamda ilk defa Atatürk’ün önderliğinde girişilen Milli Mücadele yıllarında uygulandığını söyleyebilmek mümkündür.

Kişisel egemenlikten, milli egemenliğe geçiş projesini, Milli Mücadele hareketini başlatarak, uygulamaya koyan Atatürk ,Amasya Genelgesi ile ileriye dönük düşüncelerini açıklamış, “Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” diyerek, milli egemenliğin gerçekleştirilmesi  kararlılığında olduğunu göstermiştir.Devletin kaderinde, milletin söz sahibi olması anlamı taşıyan milli egemenlik prensibinin, Milli Mücadele dönemi boyunca ve daha sonra da üzerinde durulacak en önemli hususlardan biri olduğunu, Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde kongreler düzenlenmesinden ve bu kongreler vasıtasıyla halkın istek ve düşüncelerinin  ortaya konmaya çalışılmasından anlamaktayız. Çünkü kongrelerde alınacak olan kararlar, milletin temsilcilerinin görüşleri doğrultusunda ortaya çıkacaktı.Bu da milletin girişilecek olan mücadelede söz sahibi yapılması demekti. Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde alınan “Kuva-yı Milliye’yi âmil ve milli iradeyi hakim  kılmak  esastır” kararının , Türkiye’de milli egemenliği tesis etmek için alındığı bunun delilidir.Bu çerçevede Atatürk’ün Sivas’ta yayınlanmasına öncülük ettiği gazetenin  “ İrade-i Milliye”, Ankara’da  Şubat 1920’de yayınına başlanan gazetenin de “Hakimiyet-i Milliye” adını taşıması milli egemenliği gerçekleştirmek çabalarının bir yansımasıdır.

Türkiye’de milli egemenliğin gerçekleştirilmesi konusunda atılmış en önemli adımlardan biri de ilk TBMM’nin açılmasıdır.TBMM’nin açılmasıyla artık milli egemenlik prensibi, resmen ve fiilen gerçekleştirilmiştir.Böylece millet kendi geleceğini , kendisi belirleme imkanına kavuşmuştur. Bunda en büyük pay, hiç şüphe yok ki Atatürk’ündür.

Atatürk, TBMM’ni açarak en büyük ideallerinden biri olan milli egemenlik prensibini, devletin temel  unsurlarından biri haline getirmiş,” Hakimiyet kayıtsız, şartsız milletindir” ifadesinin anayasada yer almasıyla hem, diktatörlüğe karşı bütün kapıları kapatmış, hem de milli egemenlik prensibini hukuki anlamda güvence altına almıştır.

Böylece milli egemenlik ilkesi, Atatürk’ün kurduğu TC’nin temel unsurlarından biri haline gelmiştir. Bu ilke devlet yönetiminde en üstün gücün millete ait olduğunu ortaya koyması sebebiyle cumhuriyetçilik ilkesini bütünlemektedir.

 

2-Milli Bağımsızlık

Bağımsızlık; bir devletin bir başka devlete veya uluslar arası bir kuruluşa tâbi olmaması,ya da bağlı olmaması demektir.

Milli bağımsızlık ise; bağımsızlığın milletçe benimsenmesi ve amaç edinilmesidir

Türk Milleti karakteri  itibariyle , tarihinin her devresinde tam bağımsız yaşamaya özen göstermiş  ve bu uğurda canını feda etmekten kaçınmamıştır. Bu çerçevede Milli Mücadele döneminde de bütün zorlukları göğüsleyerek, büyük bir milli mücadeleye girişmiş, tam bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmayı başarmıştır.Milli Mücadele “Ya bağımsızlık, ya ölüm” parolasıyla gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.

Atatürk’ün bağımsızlık anlayışı ,  kayıtsız,şartsız tam bağımsızlık fikrine dayanmaktadır. Milli Mücadele döneminde “ ya bağımsızlık, ya ölüm” düşüncesiyle hareket eden Atatürk, uyguladığı dış politikanın esasını da yine tam bağımsızlık anlayışına dayandırmıştır. Atatürk’e göre tam bağımsızlık; siyasi, ekonomik, askeri, kültürel ve akla gelebilecek her alanda tam bağımsız olma anlayışına dayanmaktadır.Bunlardan birinin eksikliği halinde Atatürk’e göre millet ,tam bağımsızlıktan uzaklaşmış olacaktır.

3-Milli Birlik ve Beraberlik

Milli birlik ve beraberlik; milletçe birliği, beraberliği ve bir arada yaşamayı ve bütünlüğü ifade etmektedir. Bu ilke aynı zamanda Türk Milletini oluşturan insanların, karşılıklı sevgi ve saygı duygusuyla birbirine bağlanmasını ve ortak amaçlara yönelmiş olarak varlığını devam ettirmesini amaçlamaktadır.

Milli birlik ve beraberlik, her şeyden önce milli devletin gerçekleşme vasıtasıdır. Bunun bilincinde olan Atatürk, yeni Türk Devleti’nin milli bir devlet olmasını sağlamaya çalışırken,  bu ilkenin  yurttaşlar  arasındaki  bütünleştirici ve kaynaştırıcı özelliğinden yararlanmıştır. Atatürk’e göre, milli mevcudiyetin temeli,milli şuurda ve milli birlikte bulunmaktadır.

TC’nin kuruluşundan itibaren Atatürk’ün çok önem verdiği milli birlik ve beraberlik ilkesinin temelini, bütün vatandaşların, hangi din, mezhep ve ırktan gelirlerse gelsinler, hepsinin Türk olduğu düşüncesi oluşturmaktadır.

İlk defa Erzurum ve Sivas Kongreleri ile Misak-ı Milli kararlarında dile getirilmiş olan milli birlik ve beraberlik ilkesi, gerek Milli Mücadele yıllarında, gerekse  cumhuriyet devrinde vazgeçilmez önemli ilkelerden birisi olarak kabul edilmiştir. TC. Devleti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez olduğu düşüncesinden hareket eden bu ilke, milliyetçilik ilkesini bütünlemektedir.

Atatürk ilkelerini bütünleyen bu üç ilkenin yanı sıra,”Yurtta Sulh, Cihanda Sulh”,devlet ve toplum hayatında akıla ve bilime yer vermeyi öngören “Bilimsellik ve Akılcılığı”, çağdaşlaşmayı hedefleyen “Çağdaşlaşma ve Batılılaşmayı”, “İnsan ve İnsanlık Sevgisini”de bütünleyici ilkeler arasında sayabilmemiz mümkündür.

Laiklik

Laik kelimesi,Yunanca “Laikos”’dan gelmektedir.Latinceye Laicus, Fransızcaya Laic, Laique olarak geçmiş,Türkçe’de okunuş tarzına sadık kalınarak Laik şeklinde kullanılmaktadır. Laik kelime olarak;ruhani olmayan kimse, dini olmayan şey, fikir, müessese, prensip demektir. Laik olmak ;dünya işlerini, din işlerinden, dini otoriteden ayrı olarak ele alma anlamına gelmektedir. Laisizm veya laiklik de bu kelime ile ilgili olarak ortaya çıkmış olan kavramlardır. Bu anlamda laisizm; laik fikir akımlarının savunmasını üstlenmeyi ifade etmektedir.

Laiklik ise; sosyal hayatta din kurallarına tâbi olmayan  hukuk anlayışını ifade eder. Halbuki gerçek anlamda laiklik; din ile devlet işlerinin ayrılması, ve devletin vicdan işlerinin gerçekleşmesinde tarafsız kalmasıdır. Başka bir deyişle; devletin Allah ile kul arasından çekilmesi ve dinin de devlet işlerine karışmaması , yani akıl ile imanın yetki alanlarının ayrılmasıdır.

Laiklik kelimesi Osmanlı Devleti’ne Meşrutiyet yıllarında girmiş ve “Lâ Dînî” veya “Lâ Ruhbanî” şeklinde kullanılmıştır. Dolayısıyla bu dönemde  Osmanlı Devleti’nde bugünkü modern  anlamda olmasa da, din ve mezhep hürriyetinin sağlanması açısından  laikliğe doğru bir yöneliş olduğu görülmektedir.

Laiklik; Milli Mücadele döneminde ortaya çıkan milli egemenlik prensibinin tabii bir gereği olarak, Yeni Türk Devleti’nin temel ilkelerinden biri olmuştur. Bu dönemde siyasi, sosyal, hukuki ve ekonomik zorunluluğun bir sonucu olarak ortaya çıkmış olan laiklik, devlet idaresi ile birlikte, hukuk, eğitim ve dil alanlarını da kapsamıştır.

Laiklik; Batı ülkelerinde olduğu gibi, Türkiye’de de cumhuriyet ile birlikte pozitif hukuk alanına girmiştir. Bu olay özellikle devlet idaresini ve toplumsal  kurumları , dini kuralların etkisinden tamamen uzaklaştırmıştır.

Atatürk’e göre din, bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Dine saygı, inanan kişinin haklarına saygının bir sonucudur. Ancak din işiyle, devlet işini birbirine karıştırmamak lazımdır. Atatürk’ü bu karara yönelten hususların başında ise; başta II:Meşrutiyet döneminin düşünce yapısı ve Milli Mücadele sırasında  karşılaşılan engellemeler  gelmektedir. Özellikle bu dönemde Milli Mücadeleye karşı gerçekleştirilen isyanlar ve yayınlanan fetvalar, başta Atatürk olmak üzere milli mücadele liderlerini, Türkiye’yi çağdaş ve modern bir devlet yapmanın gerekliliğine inandırmıştır. Bu çerçevede, bu dönemde  din ve devlet işlerini birbirinden ayırarak, dinin devlet üzerinde olabilecek baskısını ortadan kaldırmak ve dinin politikaya karıştırılmasını önlemek temel hedeflerden biri olarak  belirlenmiştir. Bu sebeple, din ve devlet işlerini birbirinden ayırmak, Yeni Türk Devleti’nin en belirgin özelliklerinden biri olmuştur.

 

Laikliğin Tarihi Gelişimi

Laikliğin gelişmesi ne batıda ne de Türkiye’de kolay olmamıştır. Özellikle batıda laiklik uzun asırlar süren  şiddetli, hatta kanlı  mücadeleler sonucunda ortaya çıkmıştır. Hıristiyanlığın  kurucusu Hz.İsa’nın “Benim hükümdarlığım bu dünyada değildir” demesine rağmen, kilise güçlendikçe devletin temel yetkilerini ve egemenlik alanlarını devletin elinden almak istemiştir.Kilise ile imparatorlar arasında asırlar süren bu mücadele sonucunda  kilise yenilmiş ve 16. yüzyıldan itibaren Avrupa’da milli egemenlik esasına dayanan bağımsız devletler kurulmaya başlamıştır. Ancak bu zaman zarfında Avrupa’da din adına vicdanlara hükmedilmiş ve insanlar bu yüzden tarifsiz zulümlere uğratılmışlardır.O dönem Avrupası’nda kilisenin otoritesi  hukuki, ekonomik, sosyal, edebî ve güzel sanatların tümünü içine alan geniş bir alana hükmettiği için, bir şeyin doğruluğu ancak kilisenin kurallarına ve yorumlarına uymasına bağlı idi.Aksi taktirde kişiler engizisyonda yargılanırlardı.Avrupa kilisesinin bu mutlak otoritesi, Rönesans ve Reform hareketleriyle yıkılmıştır.Bu gelişmelerin ışığı altında Avrupa’da 18. yüzyılda Aydınlanma çağı denilen dönem yaşanmış ve devletin kaynağının ilahi olamayacağı görüşü hakim olmaya başlamıştır. Loche,din ve devlet işlerinin ayrılmasını  ve kuvvetler ayrılığına dayanan bir devlet anlayışını savunurken, Voltaire kilisenin siyasi-hukuki otoritesine karşı mücadelesini “düşünce ve vicdan özgürlüğü” tezine dayandırmıştır.Rousseau demokrasi,Montesquieu ise kuvvetler ayrılığı tezini  savunmuşlardır.Laiklik bütün bu mücadelelerin sonucunda ancak dört asırlık bir birikimin sonucu olarak ortaya çıkabilmiştir.1688 İngiliz Halklar Bildirisi, 1776 Amerikan İnsan Hakları Bildirisi ve 1789 Fransız İnsan Hakları Bildirilerinin temel özellikleri   insanların istedikleri dine inanmak veya inanmamak,ibadet etmek veya etmemek hak ve özgürlüğünü kabul  etmeleridir.

 

Atatürk’ün Laiklik Anlayışı

Türkiye’de laikliğin oluşum şartları batıdan oldukça farklıdır. Batıda laiklik milli bir devletin oluşumundan sonra ortaya çıkarken, Türkiye’de milli bir devlet olmanın ön şartı olarak ortaya çıkmıştır. Batıda laiklik vicdan özgürlüğüdür. Batıda kilise-devlet çatışmasına sahne olurken, Osmanlı Devleti’nde din devletin kontrolünde olduğu için bir din-devlet çatışması yaşanmamıştır.

Atatürk gençlik yıllarından itibaren bilimin ışığındaki  çağdaş görüşleri benimsemiştir. O, başta çeşitli hurafeler olmak üzere, devlet ve milletin geri kalmasına  sebep olmuş olan engellerin ortadan kaldırılması görüşündedir. Atatürk’e göre bu İslâm dinine aykırı bir durum değildir. Çünkü, bilim ve aklın gösterdiği yolu tutarak, çağdaş değerleri yakalamak ve milleti yükseltmek İslâm dinine uygundur. İslâm dinine önem veren Atatürk,İslâmın akıl ve mantığa yer verdiği için  mükemmel bir din olduğu  görüşündedir.Dinin milletlerin yaşaması için önemli olduğuna inanan Atatürk,dini siyasete alet edenlere her zaman karşı çıkmış, bu tür kişilerden Türk Milleti’nin büyük zarar gördüğünü dile getirmiştir.

Laiklik Atatürk’ün kurmuş olduğu cumhuriyetin temel taşıdır. Laiklikten uzaklaşıldığı taktirde demokratik, bağımsız milli cumhuriyetin varlığı tehlikeye düşeceği gibi, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma hedefi de tehlikeye girer ve yeniden ortaçağın karanlıklarına dönülebilir.Çünkü unutulmamalıdır ki, Osmanlı Devleti’nin gerilemesine ve çökmesine neden olan en önemli etkenlerden biri,Osmanlı Devleti’nin teokratik bir yapıya sahip olması nedeniyle ,batı Rönesans ve Reform ile devlet yönetiminde akılcı ilkeleri hakim kılarken, bu gelişmeleri takip edememesidir. Batıda bilimsel buluşlar, keşifler ve icatlar hızla gerçekleştirilirken ,Osmanlı en basit bir yeniliği bile alırken şeriata uygun olup, olmadığını tartışmıştır. Avrupa’da 1450’de icat edilen matbaanın Osmanlıya 1727’de girmesi bunun en tipik örneğidir. Ayrıca teokratik bir devlette, bütün totaliter rejimlerde olduğu gibi, yöneticiler kendilerini tek ve değişmez gerçeğin temsilcisi saydıklarından, böyle ülkelerde düşünce özgürlüğünden ve gerçek demokrasiden söz edilemez.Bu durumda laik bir devlet yapısı demokrasinin de ön şartıdır.

 

Laikliğin Unsurları

Laiklik birbirini tamamlayan 5 unsurdan oluşmaktadır.Bunlar:

1-Laikliğin bir unsuru din ve vicdan hürriyetidir.Teokratik bir devlet kurma amacına yönelmemek şartıyla, anayasada yer aldığı şekliyle “ herkes vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir”.

2-Laikliğin ikinci unsuru resmi bir devlet dininin bulunmamasıdır.Laik devlette din bir vicdan sorunudur. Dolayısıyla devlet, belli bir dinin kurallarını vatandaşlarına benimsetmek ve uygulatmak için zorlayıcı kurallar koyamaz.

3-Laikliğin üçüncü unsuru, devletin din ve mezhepleri ne olursa olsun vatandaşlarına eşit muamele yapmasıdır.

4-Laikliğin dördüncü ve çok önemli unsurlarından biri de, devlet yönetiminin din kurallarına göre değil,toplumun ihtiyaçlarına, akla, bilime, hayatın gerçeklerine göre yürütülmesidir.Yani din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır.Buna  rağmen, Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı ,devlet teşkilatı bünyesinde yer almaktadır.Bu durum laikliğin batı ülkelerindeki klasik  anlaşılış şekline uymamakla birlikte,Türkiye’nin özellikleri sebebiyle ortaya çıkmış olan,laikliğe aykırı olmayan,tam tersi laikliği koruyucu nitelik taşıyan bir çözüm şeklidir.

5-Laikliğin beşinci unsuru ise ,eğitimin laik, akılcı ve çağdaş esaslara göre düzenlenmesidir.

Türkiye’de din ve devlet işlerini birbirinden ayırmak amacıyla bazı çalışmalar gerçekleştirilmiştir.Bu amaçla 3 Mart 1924’de Halifelik ve Şer’iyye ve Evkâf Vekâleti kaldırılmış ve aynı gün Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkarılmıştır.10 Nisan 1928’de anayasada yer alan “Devletin Dini İslâm”dır, ibaresi anayasadan çıkartılmış, 5 Şubat 1937’de de laiklik diğer Atatürk ilkeleriyle birlikte anayasaya girmiştir.Böylece , Türkiye’de laikliğin önünde yer alan engeller ortadan kaldırılmış,Türkiye Cumhuriyeti resmen laik yapıda bir devlet haline getirilmiştir.

Halkçılık

Halk kelimesi dilimize Arapça’dan geçmiştir. Bir milletin belirli çevre içerisinde yaşayan kısmını, ya da milleti oluşturan çeşitli mesleklerin ve toplumsal grupların içinde bulunan insanları ifade eder.En geniş anlamı ile kalabalık bir insan topluluğu demektir. Türk Halkı ise; Türkiye sınırları içinde yaşayan ve ortak özelliklere sahip, ortak  menfaat ve değer sistemleri bulunan insan topluluğu olarak tarif edilmektedir. Görüldüğü üzere burada halk kavramından kastedilen anlam aslında Türk Milleti’dir.

Osmanlı Devleti’nde halk; aydınlar, ve diğer yüksek dereceli memur vb. kişiler dışında kalan insan topluluğu için kullanılmıştır. Ancak ilk defa Ziya Gökalp, halk kavramının Türk Milletini ifade ettiğini savunmuş ve bu anlam daha sora Atatürk ile milli şuurumuza yerleşmiştir.Türk halkı, Türk Devleti’nin en önemli unsuru olan beşeri unsurunu oluşturur. Türk halkı şehirlisi, köylüsü ile din ve ırk farkı gözetilmeksizin vatandaşların bütünlüğünü , yani Türk Milletini ifade eder. Zaten millet; halk denilen insan topluluğunun belirli hedeflere yönelerek, bilinçlenmesi sonucu ortaya çıkmış bir kavramdır.

Halkçılık ise, halkın, halk tarafından halk için idaresidir. Yani halkın kendi kendisini demokratik esaslara  uygun olarak  yönetmesidir. Bu anlamda halkçılık, cumhuriyetçilik ve milliyetçiliğin doğal bir sonucudur. Halkçılığın üç önemli unsuru vardır. Birincisi halk yönetimi(siyasi demokrasi) ,ikincisi eşitlik, üçüncüsü ise sınıf mücadelesini kabul etmemektir.

Bu anlamda halkçılık, bireyler arasında hiçbir fark ve ayrılık gözetmemek, topluluk içinde ayrıcalık kabul etmemek ve halk adı verilen, tek,eşit bir varlık tanımak  görüş ve tutumudur. Aynı zamanda bu anlayışın ileri ki bir sonucu olarak halkçılık; halk devleti, halk yönetimi,halkın kendi geleceğine egemen olması,yani siyasi gücü elinde bulundurması gibi kavramların ortaya çıkmasını sağlayan  bir ilkedir.

Atatürk, Milli Mücadele hareketinde gücünü doğrudan halktan almıştır. Bu sebeple halkçılık; Milli Mücadelenin ilk günlerinden itibaren üzerinde en çok durulan ,en çok vurgulanan unsurlardan biri olmuştur. Dolayısıyla ,Milli Mücadele döneminin en önemli anayasal belgelerinde   bile yer almıştır. Nitekim 1921 Anayasasına esas olan belge, daha önce “Halkçılık Programı” adını taşımakta idi.

Atatürk’e göre halkçılık; kuvvetin,kudretin,hakimiyet ve idarenin doğrudan doğruya halka verilmesi ve yönetimin ,ekonominin,politikanın,devlet ve toplum düzenlemelerinin halka dönük olmasıdır. O’nun halkçılık anlayışında ;kanunlar önünde mutlak eşitlik söz konusu olup, hiçbir fert aile ve sınıfa ayrıcalık tanımamak ve Türkiye’de sınıf mücadelesine yer vermemek, ayrıcalık yapmamak temel prensip olarak yer almıştır..

Halkçılık;hürriyeti ve toplumsal düzenin sağlanmasını amaçlar.Ancak halkçılık ile hiçbir zaman sınırsız hürriyet söz konusu edilmemiştir  Bu kavram kanunların çizdiği sınırlar çerçevesinde insanların hürriyetlerini kullanmalarını ve demokrat olmalarını öngörür. Bu anlamda fertlerin belli bir düzen ve disiplin içinde ve eşit şartlarda yaşamalarını ifade eder.

Devletçilik

Devletçilik,devlet yetkilerinin artması,genişlemesi, kamu hizmet ve faaliyetlerinin yayılmasıdır.Bu çerçevede devletçilik , bir tür devlet müdahalesi anlamına da gelmektedir. Ancak en klasik tanımıyla devletçilik; devletin daha önce kendi faaliyet alanına girmeyen konulara da, kamu menfaati  nedeniyle girmesi,katılması ve müdahale etmesi demektir.

Devletçilik dar ve geniş anlamda olmak üzere iki şekilde kullanılmaktadır. Geniş anlamda devletçilik; Türkiye’de uygulanan ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmanın özelliklerini ortaya koyan bir politik uygulamadır. Dar anlamda devletçilik ise; özel teşebbüse yer veren ekonomik prensiplere sahip, iktisadi alandaki uygulamalardır. Türkiye’de devletçiliğin asıl uygulamaları ekonomik alanda görüldüğünden, devletçilik ekonomik bir mana ifade etmektedir. Bir ekonomik kalkınma modeli olarak devletçilik, toplum yararına yaygın hizmetleri öngörür.

1923’ten itibaren Türkiye’de uygulanan liberal ağırlıklı ekonomik politika, bazı olumlu adımların atılmasına karşın, kalkınmayı yeterince gerçekleştirememiştir. Devlet desteği ile özel teşebbüsçülüğün yapıldığı bu dönemde, özel teşebbüsün ekonomiyi kalkındırma yükünü taşıyamadığı görülmüştür. Bu dönemde hükümetin politikası, kendi yatırımlarını başta demiryolları olmak üzere sosyal sabit sermaye ve nakliyat alanlarıyla sınırlayarak, özel girişimi canlandırmak olmuştur Cumhuriyetin ilk yıllarında hükümetin ekonomideki genel hedefi, Türkiye’de yaşayan insanların ekonomik şartlarını iyileştirmek , ve iyileştirmelerden toplumun daha geniş bölümlerinin yararlanabilmesini sağlamaktır.Diğer hedefler ise, sanayileşmeyi hızlandırmak, tarımsal üretimin artmasını sağlamak, ulaşımı geliştirmek ve bankacılık sistemini modernleştirmektir.

Ancak bütün bu hedefleri gerçekleştirmek 1929 dünya ekonomik krizinin başlamasıyla imkansız hale gelmiş ve Türk ekonomisi 1929 krizinden fazlasıyla etkilenmiştir. 1929 krizi Türkiye’nin en önemli ürünlerinden biri olan buğday fiyatlarının hızla düşmesine neden olmuş, ekono0mik bunalım tarım sektörüne de sıçramıştır. Ayrıca krizin etkisiyle ticaret dengelerinde bozulma, ithalat hacminde ani daralma ve bütçe gelirlerinde büyük düşüş yaşanmıştır. 1930’lara gelindiğinde Türkiye’nin ekonomik politikasını belirleyen iki önemli gelişme ortaya çıkmıştır. Bunlardan birincisi 1929 dünya ekonomik krizi, diğeri ise 1929 yılında Lozan’daki sınırlamaların kalkmasıdır. Bu iki gelişme Türkiye’de devletçilik uygulamasına geçişi hızlandırmıştır.Bu bilgilerin  ışığı altında özel teşebbüse dayalı ekonomik sistemden, devletçiliğe geçişi gerektiren tüm etkenleri şu şekilde sıralayabilmek mümkündür:

1-1929 dünya ekonomik krizinin yol açtığı bunalım.

2-1929’da Lozan Barış Antlaşması’nın getirdiği sınırlamaların kalkması.1923-1929 yılları arasında gümrük duvarlarının hala düşük kalması nedeniyle, yerli sanayiinin korunması mümkün olamamıştı.Gümrük vergilerinin yüksek olmaması, yerli ürünlerin yabancı mallarla rekabet edememesine neden olmuş ve sanayileşme gerçekleştirilememiştir. 1929’da  bu sınırlamaların kalkmasıyla devlet, yerli sanayiinin korunması ve geliştirilmesi işini bizzat üstlenmek yolunu seçmiştir.

3-Sermaye birikiminin yetersizliği ve burjuva kesiminin yok denecek kadar zayıf ve güçsüz olmasının devletin ekonomiye müdahalesini kaçınılmaz kılması.

4-Vasıflı işçi ve teknik eleman yetersizliğinin yanı sıra, müteşebbis tipinin hiç olmaması da devleti ekonomiye müdahalede bulunmaya iten bir başka etken olmuştur.

5-Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurulması çok partili siyasal yaşam için bir deneme olduğu kadar, ekonomik sorunlara ve krizlere karşı da bir arayışın sonucudur. SCF’nın  varlığını sürdürdüğü kısa dönemde halktan yoğun ilgi görmesi,toplumun içinde bulunduğu zor şartların iktidar tarafından anlaşılmasını  sağlamıştır. Bu olaydan sonra hükümet özel sektöre dayalı ekonomik politikasını yeniden gözden geçirmek ve halkın refah düzeyini yükseltmek için ekonomiye müdahale etmek kararını almıştır.

Kısacası, iç ve dış ekonomik ve siyasal gelişmelerin etkisi, cumhuriyetin ilk yıllarında ortaya çıkan hayal kırıklığı,Sovyet deneyinin yarattığı heyecan  ve bağımsızlıktan ödün vermeden kalkınma zorunluluğu Genç Türkiye Cumhuriyetini devletçilik uygulamasına yöneltmiştir. Mayıs 1931’de toplanan CHP’nin üçüncü büyük kurultayında devletçilik ilkesi parti programına alınmış ve tek parti döneminin özelliklerinden dolayı bir devlet politikası haline gelmiştir.

 

Atatürk’ün Devletçilik Anlayışı

Atatürk Türkiye’de ılımlı bir devletçilik uygulamasından yana olmuştur. Atatürk’ün devletçilik anlayışı tamamen Türkiye’nin içinde bulunduğu şartlardan doğmuştur. Atatürk bu konuda şunları söylemektedir:”Türkiye’nin uyguladığı devletçilik sistemi,19. asırdan beri sosyalizm nazariyecilerinin ileri sürdükleri fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir.Bu, Türkiye’nin ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye’ye özgü bir sistemdir...Fertlerin özel teşebbüslerini ve faaliyetlerini esas tutmak;fakat büyük bir milletin bütün ihtiyaçlarını ve bir çok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleketi ekonomik gelişmesini devletin eline vermek.Türkiye Cumhuriyeti Devleti,Türk vatanında asırlardan beri özel teşebbüs tarafından yapılmamış olan şeyleri bir an önce yapmak istedi ve kısa zamanda yapmaya muvaffak oldu.Bizim takip ettiğimiz bu yol, görüldüğü gibi liberalizmden başka yoldur”1936’da  Atatürk’ün  bu sözleri söylediği yıllarda ,Türkiye’de artık devletçilik  rayına oturmuş ve devlet müdahaleciliği ile kalkınmada önemli adımlar atılmıştır.

Atatürk devletçilik uygulamasını kalkınma için temel koşul olarak öne sürerken, demokrasi ilkesinden ve bireyin haklarından da vazgeçmemiştir.

Atatürk tarafından önerilen ve ılımlı devletçilik diyebileceğimiz bu yaklaşım,doğrudan doğruya emperyalizmin müdahalesine karşı kurulmuş bir savunma sistemidir. Atatürk milli bağımsızlığın sağlam esaslara oturtulması için, ekonomik açıdan tam bağımsız olmak gereğini  görmüş ve bunun için de milli sanayii yabancı rekabetinden korumak için devlet eliyle kalkınmayı önermiştir.Atatürk’e göre devlet,özel teşebbüsün ilgilenmediği,başarılı olamadığı veya gücünün yetmediği alanlarla, toplum çıkarlarının ön planda olduğu alanlara  müdahale etmelidir.Bu yönüyle Atatürk’ün devletçilik anlayışı özel teşebbüse ve özel mülkiyete karşı değildir. Dolayısıyla Atatürk’ün devletçilik anlayışı, Marksist anlamdaki devletin ekonomik faaliyetlerin tümünü organize etmesi anlamına gelmemektedir. Marksizm’de tüm üretim araçları  devletin elinde toplanmakta, her alanda devlet tekelleri oluşturulmakta ve özel mülkiyet ile özel teşebbüse yer verilmemektedir.Oysa Atatürk’ün devletçilik anlayışı, geri kalmış bir toplumda hızlı kalkınmayı hedefleyen ve ülkeyi çağdaş sanayileşmiş ülkeler düzeyine çıkarmayı amaçlayan bir yaklaşımdır.

Atatürk’ün devletçilik anlayışı o yıllarda Batı’da sıkça görülen devlet kapitalizminden de farklıdır.Devlet kapitalizminde, devlet özel teşebbüs yararına ve onun çıkarları doğrultusunda ekonomiye müdahale etmekte ve burjuva sınıfı lehine düzenlemeler yapabilmektedir.Oysa  Atatürk’ün devletçiliği diğer ilkelerden özellikle de halkçılıktan bağımsız düşünülemezdi.Ayrıcalıksız, sınıfsız , kaynaşmış bir kitleyiz söylemi halkçılık ilkesinin bir hedefi iken, bu hedefe ulaşmanın yolu da devletçilikten geçmektedir.Yani ayrıcalıksız ve sınıfsız bir toplum yaratmak için her şeyden önce adaletli bir ekonomik düzen kurmak ve toplumun refah düzeyini yükseltmek lazımdır.Bu  husustaki ciddi çalışmalar da, 1930’dan sonra uygulamaya konan devletçi ekonomik model ile gerçekleştirilmiştir.

Devletçiliğin 1931’de CHP’nin programına girmesiyle birlikte, Türkiye’nin ekonomisinde çok önemli atılımlar gerçekleşmiştir.Devletçilik uygulamasına geçişin en çarpıcı örneği planlı ekonomiye geçilmesidir. 1932 yılında hazırlanmaya başlanılan Birinci Beş Yıllık Sanayii Planı, 1934 yılında yürürlüğe girmiştir. Bu planın hedeflerini şöyle sıralayabilmek mümkündür:Yerli hammadde kullanmak, tüketim araçlarının üretimine öncelik vermek,yeni fabrikalar kurarken bölgesel dağılıma önem vermek.

I.Beş Yıllık Planda kimya sanayii,demir sanayii, kağıt ve selüloz sanayii, kükürt sanayii,süngercilik, pamuk ve mensucat sanayiine öncelik verilmiştir.Sanayileşmenin yanı sıra  tarım alanında da bu dönemde önemli ilerlemeler kaydedilmiştir.

Devletçilik ilkesi,sonraki yıllarda üzerinde en çok tartışılan ilkelerden biri olmuştur.Özellikle 1950’den sonra dünyada ağırlığını hissettirmeye başlayan liberal  görüşlerin de etkisiyle, devletçilik ilkesinin tersi uygulamalara girişilmiştir.Ancak buna rağmen, Atatürk döneminde temelleri atılan ,teorik ve pratik alt yapısı oluşturulan devletçi model, uzun yıllar Türkiye’nin kalkınmasında önemli rol oynamıştır.

Milliyetçilik

Milliyetçilik,Atatürk ilkelerinin ve Türk İnkılâbının temel ilkelerinden biri olduğu kadar,Türk Milleti’nin kaderini tayin eden bir yüce ülkü ve milleti huzur ve refaha yönelten güçlü bir bağdır.Milliyetçilik genel olarak herkesin mensup olduğu milleti sevmesi ve onu yüceltmeye çalışmasıdır.Milliyetçilik,millet gerçeğinden hareket eden bir fikir akımıdır.

a)Millet ve Milliyetçilik Kavramları

Fransızca “Nation” kelimesinin karşılığı olarak aynı kökten,aynı soydan gelme anlamında kullanılan millet;her şeyden önce ortak bağları olan insan topluluğudur.İnsanların tarihin en eski çağlarından beri toplu halde yaşamalarına rağmen,bu toplulukların  millet karakterini alması  Yakınçağın ürünüdür.Yani toplumlar sosyal gelişim basamakları içinde aşiret teşkilatından, milli teşkilatlanma seviyesine ulaşarak millet haline gelmişlerdir.

Milleti tanımlamak ve onu diğer insan topluluklarından ayırmak için  ortaya atılmış görüşleri  iki grupta toplamak mümkündür.Bu görüşlerden ilki Objektif millet anlayışıdır.Bu görüşe göre millet; aynı ırktan gelen,aynı dili konuşan  ve aynı dine inanan insanların oluşturduğu bir topluluktur.Objektif unsurlar tarihi bakımdan birçok milletin meydana gelmesinde çok önemli rol oynamışlardır.Fakat millet olgusunu  sadece bu faktörlere indirgemek, her milleti sadece objektif benzerliklerle açıklamak artık yetersiz kalmaktadır.Bu bakımdan milletin oluşmasında Subjektif veya kültürel unsurlar ağır basmaktadır.Gerçekten bir milletin oluşabilmesi için  onun her şeyden önce bir his olarak kalplerde yaşaması lazımdır. İşte bu gerçek bir çok düşünürü millet kriterini subjektif veya manevi unsurlarda aramaya yöneltmiştir.Subjektif millet anlayışını ilk defa en güçlü şekilde ortaya koyan ünlü Fransız düşünürü Ernest Renan’dır.Ernest Renan 1882’de milletin, fertleri arasındaki birlikte yaşama duygusuna,bir ortak kültüre,bir ruh birliğine dayandığını belirtmiştir.Gerçekten millet olabilmek için en gerekli olan şey,toplumun fertleri arasında sevgi ve saygı hislerini canlı tutan ,en gerekli anlarda karşılık beklemeksizin dayanışmayı sağlayan duygu ortaklığının mevcudiyeti olmalıdır.Bu ortak duygu ancak, ortak bir kültür hayatı yaşayan toplumlarda ortaya çıkabilir. O halde milli kültür, millet olmanın sosyal dokusunu meydana getirmektedir.Bir toplulukta fertler aynı kültür, aynı terbiye ve aynı duygularla birleşiyorsa, orada millet gerçeği vardır denilebilir.

Şüphe yok ki,millet bir gönül birliği, bir ruh anlaşması ve bunun hukuki ifadesi olan birlikte yaşama arzu ve iradesidir.Bu birlik ve anlaşmanın doğması için elverişli bir zemin lazımdır.Bu zemin yukarıda belirtilen objektif faktörlerdir.Ancak subjektif veya kültürel faktörler bu zemin üstünde yükselebilir.Demek ki, bir milletin var olabilmesi için  objektif ve subjektif faktörlerin birbirini tamamlaması lazımdır.Ayrıca bir insan grubunun bir gönül birliği halini alarak bir millet meydana getirmesinde siyasi kuvvet ve teşkilatın da  önemli rolü vardır.

Bütün bu bilgilerin ışığı altında millet;ne yalnız ırk ve yurt birliğinin, ne yalnız dil, tarih ve ülkü birliğinin, ne de siyasi,hukuki ve iktisadi birliğin ürünü olmayıp,yukarıda sayılan objektif ve subjektif unsurların bir araya gelmesiyle oluşan tarihi ve sosyal bir gerçektir.Bizde bu anlamda milleti ilk tarif eden Ziya Gökalp’dir.Gökalp’e göre, milleti meydana getiren temel faktör ırk,kavim ya da coğrafya değildir.Millet;Dilce, Dince, Ahlakça ve Güzellik Duygusu bakımından  müşterek olan ,yani aynı terbiyeyi almış fertlerden meydana gelmiş bir topluluktur.

b)Milliyetçilik

Çağımızda milliyetçilik insanı bir gruba ve bir topluma bağlayan en kuvvetli bağdır.Her milletin milliyetçilik anlayışı değişik ve farklıdır. Çünkü milliyetçilik gelişmesini her ülkenin özelliğine ,her milletin kendine has karakterine göre şekillendirir. Bu sebeple dünyada ne kadar milliyetçilik akımı varsa, o kadar da milliyetçilik anlayışı vardır.Bu yüzden bütün milliyetçilik akımlarını içine alan açık ve belirli bir tanım yapmak güçtür. Bununla birlikte milliyetçiliği,kendilerini aynı milletin üyesi sayan kişilerin  duydukları ;bir arada ,aynı sınırlar içinde  bağımsız yaşama ve meydana getirdikleri toplumu yüceltme isteği olarak tanımlayabilmek mümkündür.

c)Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu ve Gelişmesi

Türk Milliyetçiliği;İslâm ümmetçiliğinden çok milletli Osmanlıcılığa, oradan İslamcılığa ve nihayet Türk milliyetçiliği ve vatanperverliğine dönüşecek  şeklinde bir gelişme göstermiştir. Bu hareket Osmanlı Devleti’nin çeşitli din ve milliyetlerden meydana gelen kozmopolit yapısı içinde bir tepki ve kendini bulma akımı olarak doğmuş ve daha ziyade Türkçülük olarak adlandırılmıştır.

Fransız İhtilali ile birlikte modern milliyetçilik anlayışının yayılması, çok milletli Osmanlı Devletini de etkilemiştir. Milliyetçilik anlayışı Osmanlı Devleti’nde önce gayr-ı müslimlerde, daha sonra da Türklerin dışındaki müslüman unsurlar arasında yayılmıştır. Türklerde milliyetçilik, gayr-ı müslümlerin bağımsızlıklarını kazanarak, Osmanlı Devleti’nden ayrılmalarına karşı bir tepki olarak doğmuştur.Balkan Savaşları Osmanlıcılık anlayışının dayandığı temelleri yıkmış, Türk milliyetçiliğinin hızla yükselmesini sağlamıştır.

Türk milliyetçiliğinin uyanışındaki bu gecikmenin  milletimize ne kadar pahalıya mal olduğunu Atatürk şu sözlerle ifade etmektedir:”Biz milliyet fikirlerini uygulamakta çok gecikmiş ve çok ilgisizlik göstermiş bir milletiz...Osmanlı İmparatorluğu’ndaki çok çeşitli toplumlar hep milli inançlara sarılarak, milliyetçilik idealinin kuvvetiyle kendilerini kurtardılar.Biz ne olduğumuzu, onlardan ayrı ve onlara yabancı bir millet olduğumuzu sopa ile içlerinden kovulunca anladık...Anladık ki ,suçumuz kendimizi unutmuş olduğumuzmuş”.

Milli Mücadele başlarında Türk milliyetçiliğini ve milli egemenlik ilkesini kendisine rehber edinen Atatürk, tüm insanları milli mücadele hareketi etrafında örgütleyerek, bağımsızlık mücadelesini başarıya ulaştırmıştır. Dolayısıyla bugünkü sınırlarımız içinde yaşayan milletimiz, bu kaynaşma temeline dayanmaktadır.Böylece milli mücadele hareketi, toplumumuzun ümmet halinden, millet haline geçişi sürecinde önemli bir rol oynamıştır.

 

d)Atatürk’ün Millet ve Milliyetçilik Anlayışı

Atatürk’ün millet anlayışı bugün  bilimselliği kabul edilmiş  olan subjektif veya kültürel millet görüşüne uygundur.Atatürk’e göre millet;”Zengin bir geçmişe sahip olan, birlikte yaşamayı arzulayan, sahip oldukları değerlerin korunması konusunda ortak irade gösteren insanların birleşmesinden oluşmuş bir cemiyet “tir. Atatürk her millete uyabilecek bu genel tanımın yanı sıra, Türk Milleti’nin oluşumunda etkin olan faktörleri de şöyle sıralamıştır:

1-Siyasi varlıkta birlik   2-Dil birliği     3-Yurt birliği   4-Irk ve menşe birliği

5-Tarihi karabet(Yakınlık-akrabalık)      6-Ahlak birliği

Atatürk temelde,millet hayatında  ve tanımında milli kültürü esas almıştır.Nitekim Atatürk yaptığı tanımlardan birinde milleti; Dil,kültür ve mefkure birliği ile birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu siyasi ve sosyal heyet olarak tanımladığı görülmektedir..Türk milletinin oluşumunda kültürün önemine büyük yer veren Atatürk, Türk kültürünün araştırılması ve zenginleştirilmesi işine önem vermiş, bu amaçla Dil ve Tarih Kurumlarının yanı sıra ,fakülte ve yüksek okulların açılmasına  öncülük etmiştir.

Bu millet görüşünün ışığı altında Atatürk, milliyet prensibini şöyle tanımlamaktadır:Bir milletin diğer milletlere oranla tabii veya sonradan kazanılmış özel karakter sahibi olması diğer milletlerden farklı bir varlık teşkil etmesi,çoğu zaman onlardan ayrı olarak onlara paralel gelişmeye çalışmasına milliyet prensibi denir.

e)Atatürk Milliyetçiliğinin Özellikleri

Atatürk’ün milliyetçilik anlayışında millet esastır. Atatürk milliyetçiliğinde özellikle Türk Milleti’nin geçmişine olan sevgi ile birlik ve beraberliğine yer ve değer verilmektedir .Atatürk’ün “Bize milliyetçi derler,fakat biz öyle bir milliyetçiyiz ki,bizimle işbirliği yapan bütün milletlere hürmet ederiz.Bizim milliyetçiliğimiz bencil  bir milliyetçilik değildir. “ sözleriyle de ifade ettiği gibi, Atatürk milliyetçiliği herhangi bir millet düşmanlığına dayanmamaktadır. Yurtta ve dünyada barışı öngörür. Bu sebeple her türlü emperyalizme ve sömürgeciliğe karşıdır. Bağımsızlığı savunur. Başka devletlerin de bağımsızlığına saygılıdır ve yayılmacı değildir.

Atatürk milliyetçiliği hürriyete ve insan şahsiyetine değer verir ve eşitlik fikrine dayanır. Bölücülüğü ve ayrımcılığı reddederek,birleştirici,bütünleştirici bir nitelik taşır. Ayrıca milliyetçiliği reddeden akımlara ve sınıf mücadelesine karşı olup, laik, insancıl, barışçı olmak gibi özelliklere sahiptir.

Atatürk milliyetçiliği ilericidir. Çağın gerçeklerine uygun olarak, akıl ve bilimin doğrularına dayanır. Bu çerçevede Türk Milleti’nin dünya medeniyetine bilimsel açıdan hizmetini öngörür.

Bütün bunların yanında Atatürk milliyetçiliği; akılcı, yapıcı,yaratıcı ve idealist bir yapı içerisinde ,insan hak ve hürriyetlerine dayalı bir biçimde, kültürel değerlere sahip çıkan  bir sistem olarak  Türk Milletini sevmeyi ve onun menfaatleri için çalışmayı öngörür.

Top